30 Temmuz 2011 Cumartesi

YANLIŞ ŞEHİRLEŞMENİN DOĞURDUĞU BUNALIM

"Tabanda yaygın durumdaki evleri üst üste koydular¸ konforunu da buna göre geliştirdiler ama içindeki insanın ruhu ne oldu acaba? Bugün üzerinde durulması gereken¸ en çok tartışılması ve mutlaka çözüme götürülmesi gereken problem buradadır."
"Tabanda yaygın durumdaki evleri üst üste koydular¸ konforunu da buna göre geliştirdiler ama içindeki insanın ruhu ne oldu acaba? Bugün üzerinde durulması gereken¸ en çok tartışılması ve mutlaka çözüme götürülmesi gereken problem buradadır."


Şehirleşme medenîleşmenin ilk hareket noktası olarak algılanır. Göçebe hayatından yerleşik düzene geçen toplumlar için belki bir anlamda doğrudur. Step kültürünün¸ dağınık¸ cılız ve gelişmeye kapalı yapısından toplumsal hayatın geniş imkânlarına atlayanlar için şehirler tek kurtuluş merkezleridir.
Dağ başında devlet kuramazsın¸ meclis de oluşturamazsın. Ama yerleşik hayata girdiğin zaman farklı kültürlerin ve anlayışların¸ değişik yaşama biçimlerinin bir merkez etrafında kendi değerlerini koruyarak ancak başkalarının yaşama hakkına da saygı göstererek birlikte yaşamayı öğrenirsin. Şehirler¸ kabileden devlete geçişte vazgeçilmez merkezler olarak düşünülmesi gereken yerlerdir…
Ansiklopedilerde şehir¸ "tarım dışında işlerle uğraşan insanların toplanmasıyla meydana gelen iktisadî¸ demografik ve sosyolojik bir karmaşadır" diye tanımlanır. "Karmaşa" ifadesiyle şehrin gerçek alt kimliği anlatılmış olmaktadır. Öyle ya¸ şehirler homojen bir kitleyi bünyesinde barındırmaz. Şehir¸ tecrit edilmiş bir organizma olmadığı için farklı kültürden¸ ırktan ve dinden insanları bir araya getirerek birlikte yaşamayı öğretir. Ürün hizmet ve insan mübadelesinin merkezi olan şehirlerde¸ kültürel farklılığı zenginlik olarak algılayabileceğiniz gibi¸ kozmopolitlik olarak da görebilirsiniz. Bu farklılıkların birbirine tahammülü ve birbirini terbiye edip etkileşimini herhangi bir ağır tahribat yapmadan sindirmesine bağlıdır. Bunları kazasız belasız gerçekleştirdiğiniz zaman zenginlik¸ birbirinin sınırlarına tecavüz olarak gördüğünüz zaman kozmopolitlik olur…Tarih bunun yığınla örnekleriyle doludur…
Günümüzün şehirleri ile geçmişin¸ ülkemiz için düşünürsek¸ çok değil¸ elli yıl öncesinin şehirleri arasında büyük farklılıklar görürüz. Yakın zamana kadar şehirler geleneksel yapı tarzının zorunlu kıldığı iç içe geçmiş daracık sokaklarla birbirinin uhreviyetini paylaşan bir aile sofrası gibiydi. Herkes birbirinin yoksulluğunu da¸ zenginliğini de paylaşıyordu. Komşular birbirlerinin nefes alış-verişlerinden haberdardı. Birbirlerinin sıkıntılarına ortak olarak azaltır¸ sevinçlerini bölüşerek çoğaltırlardı. Mahalledeki evler sanki bir kocaman bedenin küçük uzuvları gibiydi. Buna rağmen¸ mahremiyet çok önemli bir unsur olarak algılanır¸ evlerin pencereleri avlunun içine açılırdı. Selçuklu'dan itibaren Osmanlı'nın son asrına kadar bu¸ böyle devam edegelmiştir. Birbirinden haberli olarak yaşamak¸ birbirinin sıkıntılarını paylaşmak ve birbirine güven unsuru olabilmek için sırt sırta yapılan evler¸ bizim yaşama biçimimizin kolektif şuur halindeki fotoğrafını gösterir.
Batı¸ yayılmacılığı ülkemizi işgaline alabilmek için önce evlerimizden işe başladı…Nakledilir; İstanbul'da yirmi yıl görev yapan bir İngiliz diplomat ülkesine döndüğünde¸ Batı hesabına orada istenilenleri yapamadığından dolayı hayli suçlanır. O da¸ bunlara verdiği cevabında¸ Batılı'nın üzerimizdeki niyetinin net bir fotoğrafını ortaya koyar:
"-Beyler¸ Osmanlı'da evlerin pencereleri kesinlikle caddeye bakmazdı. Onlar ailenin mahremiyetini koruyabilmek için evlerini bir bahçe içerisinde inşa ederler. Pencereler bu bahçeye açılır. Bahçe duvarları yüksek olduğu için de dışarıyla irtibatı olmazdı. Ben onların bu mahremiyet duvarlarını yıktım ve pencerelerini sokağa açarak¸ bize benzemeleri yönünde oldukça önemli bir adımı atmış oldum... Artık ailenin içine yabancı gözü girecektir. Bu da¸ değişimi (daha doğrusu çözülmeyi) hızlandıracaktır!.."
Nüfusun hızlı artışı¸ ihtiyaçların çeşitlilik kazanması¸ konforun hayatımızın vazgeçilmez temel unsuru haline gelmesi¸ şehirlerin ana karakterini de değiştirmeye başladı. Bugün bir eski mahalleyi rahatlıkla çok katlı bir apartmana yerleştirerek büyük alanlar ortaya çıkarılabilmektedir. Daracık ve çıkmaz sokaklar hayatımızdan tamamen çekilmiş durumdadır. Bulvarların getirdiği rahat ulaşım imkânı şehirleşmede yeni arayışların önünü de açmış bulunuyor… Fosseptik çukurundan kanalizasyona¸ kuyu suyundan şebeke sistemine¸ çevirmeli ve hatlı telefondan tuşlu ve cep telefonuna¸ pilli radyodan televizyona¸ kömürlü ütüden elektrikli ütüye¸ at arabasından otomobile geçen şehir insanı¸ bu baş döndürücü değişimle yetinmeyeceğe benzemektedir…Ancak her yeniliğin cazibesi¸ hayatımıza girdiği hızı kadar devam eder. İnsanın fıtratındaki yeniliklere açık doyumsuzluk¸ ister istemez yeni kapıları zorlayacaktır…
Bütün bunlar şehir sosyolojisi içerisinde aslında alanın uzmanları ve şehri yönetenlerin çözüme götürmeleri gereken bir yığın sorunları da beraberinde getirmektedir. Tabanda yaygın durumdaki evleri üst üste koydular¸ konforunu da buna göre geliştirdiler ama içindeki insanın ruhu ne oldu acaba? Bugün üzerinde durulması gereken¸ en çok tartışılması ve mutlaka çözüme götürülmesi gereken problem buradadır. Aynı apartmanda oturduğunun farkına varmadan yaşayan yığınların kederde ve kıvançta ortaklığı da bitirilmek üzeredir. Hatta bu yalnızca onunla kalmamakta aile içi çözülmeyi de hızlandırmaktadır; "Senin zamanında öyleydi?" diyerek ailesine kafa tutarak tavırsız bir vaziyette yaşamak isteyen yeni neslin bunalımı ailenin değil¸ ülkenin ciddi meselesi haline gelmektedir. Çünkü bu şehirleşme hayatımızın oturduğu temel değerlerin sarsılmasından doğan ruhsuz konfor uğruna yaşanmaktadır… Artık¸ kontrolden çıkan nesiller sorumluluktan da kaçmaktadır. İş başa düştüğü zaman da tecrübesizlik başına iş açmakta ve düştüğü bunalımdan kurtulamayarak¸ uyuşturucu gibi çözümsüz bağımlılıklara kaymaktadır. Roma'yı bu tavır sapması yıkmıştı…Batıda da bugün bunun benzer sancıları yaşanmaktadır…
"Sabır¸ kanaat¸ paylaşım" gibi insanı erdemliliğe götüren tavır yerine¸ "acelecilik¸ doyumsuzluk ve bencillikle" beslenen yeni liberal insan tipi yüzünden devletler¸ derebeylikler dönemindeki gibi saldırgan ve yağmacı duruma dönüşmüşlerdir. Güçlü olan¸ zayıf olanın yeraltı ve yerüstü zenginliğini elinden alabilmek için üzerine abanmaktadır. İşin acı veren tarafı¸ şehirlere yığılmış insanları doyurabilmek için yapılan bu planlamalar¸ yine şehirleri yok ederek elde edilmek istenmektedir. Amerika'nın 1945'te Hiroşima ve Nagazaki'ye attığı bombalar bu tavrın acı bilançosunu hafızalarımızdan silmemiştir. Artık savaşlar geniş kırsal alanlarda değil¸ şehirlerde yapılmaktadır. Bir ülkenin başşehrini kontrolünüze aldınız mı¸ ülke sizin oluyor demektir. Bağdat'ın işgali bunun tipik bir örneğidir. Meselemiz bu konular değil. Onun için bu hususların detayına inmeyeceğiz.
Şehirleri kurmaktan daha zor hale gelen¸ onu kullanmak ve korumaktır. Şimdi bu durum¸ ciddi sıkıntılar doğurmaya başladı. Şehir kültürü¸ kendi hafızasından uzaklaşarak¸ sıradanlığın altına indi. Bu yüzdendir ki¸ şehirlere yönetici seçen siyasal mantığın hareket noktası¸ şehri tanıyan¸ şehir insanın ihtiyaçlarını bilen¸ şehri bir medeniyetin ana dilimi olarak görüp ona göre geliştirecek yetenekte insanları değil de¸ devletin paralarını verecekleri yüzeysel altyapı hizmetlerine belli doğrultularda harcayacak insanlar seçme anlayışına kaydırılmıştır. Son bir asırdan bu yana bizdeki uygulama böyledir. Zaten işleri¸ kendi sosyal disiplini içerisinde ele alıp yürütseydiler¸ şehirlerdeki karmaşa ve çözümsüzlük bu hale gelmezdi... Oy için izinsiz ve çarpık yapılaşmaya¸ daha doğrusu gecekonduya göz yuman siyasal irade¸ daha sonra buna altyapı hizmetini götürürken¸ şehirleri böyle bir virüs korsesine hapsettiğinin ve şehir kültürüyle birlikte medeniyetimizin ana unsurlarını da dinamitlediğinin farkında değildir…
Sonuç itibariyle şu hususun altını çizmekte fayda vardır:
Şehirleşme medenîleşmenin ilk hareket noktasıdır. Bundan kaçmak¸ kendimizi geçmişimizin yetersizliklerine hapsetmek olur. Eskiden şehirler sınırlı da olsa¸ akrabalık ilişkileriyle güçlendirilmiş homojen bir kitleye dayanıyordu. Artan göçler bu yapıyı bozdu. Bozmaya da devam etmektedir. Yüzlerce yıllık bir yaşama biçiminin değiştirilmesinde elbette sıkıntılar olacaktır. Bunları da göğüslemek durumundayız. Türkiye şehirleşmeyi¸ yeniden yapılanma ve kendi içinde bütünleşmeye doğru götürebilirse¸ yeni bir medeniyet krizine düşmeden gelişmesini sürdürebilir. Bunu başaramazsa¸ sıkıntıların nefret duygularını körüklediği bir karmaşık insan yığınıyla şehirlerdeki sosyal bunalım ve patlamalar da artabilir. Şehirleşmenin yol haritasındaki gizlenmiş mayınlar bence bunlardır…
Muhsin İyas SUBAŞI Somuncu baba ilim kültür ve edebiyat dergisi

|

Hiç yorum yok: