22 Eylül 2008 Pazartesi

Bir namaz müdaviminin ibretlik öyküsü

20/05/2008

Mütevazi dükkanımızın elektrikli soba ile ısıttığımız sıcak yazıhanesinde kışı eredeyse unutmuş gibiydim.

-Âh evladım ah! Biz çok cahil kaldık. Bize kimse bir şey öğretmedi ki. Çocukluğumuz köyde çobanlık yapmakla geçti. Ne olacak bizim halimiz.

- Üzülme be Ali dayı! Gönlünü ferah tut. Hâlâ daha yapabileceğimiz bir şeyler vardır. Yeter ki niyetimiz halis olsun.

Ali dayı, kalbi sevgi ve merhamet yüzü ise neşe dolu nadide Bafralılardan biriydi. Altmışı aşkın yaşına rağmen boş durmaz, küçük hamal arabasıyla onun bunun yükünü taşırdı. Onun kimsenin malında gözü yoktu ki zaten. Onun gözünde en büyük servet alın teri ile kazanılan para idi. Maddi anlamda tabii. Asıl hazinenin doğruluk ve kanaat olduğunu biliyordu o. Kendisi elinden ve dilinden herkesin emin olduğu bulunmazlardandı. Bizimkilerin dükkanı ona emanet bırakıp eve yemeğe gittiklerine çokca şahit olmuşumdur. Kalın camlı gözlüklerinin arkasından dost-düşman ayırt etmeksizin herkese gülümseyen gözlerini farketmemek mümkün değildi. Çoğunlukla bizim dükkanı mesken tutardı. Sanki bizden biriydi.

Bafralıların hamal Ali’si bizim ise Ali dayımızdı. Ben Kur’ân’ın tefsirine kendimi kaptırmış okurken meğer Ali dayı da can kulağıyla beni dinliyormuş. Fakat onun bu içli ızdırabı beni bir anda şefkat gölüne düşürdü.

Zira Peygamber Efendimiz’in (sav): “İmandan sonra Allah’a en sevgili amel mahzun gönüllere neşe vermektir” nebevî irşadı bütün ruhumu sarmıştı artık.

-Ali dayı be! Kendine neden bu kadar haksızlık ediyorsun ki? Bugüne kadar boğazından kimsenin hakkı geçmemiş. Hem bu zamanda kul hakkına düşmemek çok zor.

-Olsun evladım. Biz yine de çok cahiliz.

Israrlıydı Ali dayım. Fakat o mahzunken ben nasıl neşeli olabilirdim ki? Ali dayı beş vakit namazını aksatmadan kılardı. Ben yine de sordum:

-Ali dayı hiç namaz kılamadığın oldu mu?

-Evet evladım oldu. Gençken on yıl kereste fabrikasında çalışmıştım. O zamanlar ne yalan söyleyeyim pek namaz kılamadım.

-Şeytan bu. Boş durmuyor ki! Herkesin namazıyla uğraşıyor. Bazen de başarmıyor değil.

Gerçekten önemli bir dertti bu. Kişinin namaz borcu olması.

Düşünün bir kere… Bir bakkala yüklü bir borcumuz var. Fakat bir türlü ödeyemiyoruz. Artık yolumuzu değiştirmekten başka çare bulamıyoruz. Bakkal bizi görmesin de. Fakat içten içe sıkıntı bizi kemirmiyor da değil.
Peki ya namaz borcu öyle mi?
Yolumuzu çevirsek bile yine onun huzuruna gitmiyor muyuz?
O’nun mülkünden çıkmak mümkün mü?
Rabbimiz bizi her an ve her zaman görmüyor mu?
Nereye bu kaçış?
Kendimizi aldatıyoruz aslında. Tek çare: Hiçbir mazeret göstermeksizin bu borcu ödemek. Aslında kalbe ilaç ve gıda olan bu çare boynu bükük olan ruhumuzu şahlandırma çaresidir. Ali dayı da belki ifade edememişti ama bu dertten cidden muzdaripti.

Ama olsun yine de ümitsiz olmamak lazım. Zira kılamadığımız namazların kazasını yaparak bu borçtan kurtulabiliriz pekala.

-Nasıl olacak bu?

-Bugünden tezi yok. Şu anki pişmanlık ve halis niyetle eğer biz geçmiş kılamadığımız namazlarımızı kaza etmeye niyet ederek başlarsak sonsuz kerem sahibi Yüce Mevlamız bizi affeder inşaallah.

-Evladım!

-Evet Ali dayı. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadîs-i şeriflerinde “Allah rahmetini yüz parçaya ayırmış. Birini dünyaya göndermiş doksan dokuzunu yanına almıştır. İnsanlar Allah’ın rahmetini gerçekten bilselerdi asla ümitsiz olmazlardı.” buyuruyor. Ve bizleri her zaman rahmet pınarına davet ediyor.

Artık ortam yumuşamış, Ali dayı’nın gözleri yine gülmeye başlamıştı. Bir nebze ben de rahatlamıştım.

-Bak Ali dayı! Bizim dinimizde zorluk yoktur. Bu kadar namazı nasıl kaza edeceğim diye sakın düşünme. Sana bir usül anlatacağım. Kolay olduğunu sen de göreceksin.

Ali dayı’nın heyecanını sanki kendi kalbimde hissediyordum. Sanki ben kılamadığım namazlarımı kılmak için sabırsızlanıyordum.

-Ali dayı! Günde kaç rekat namaz kılıyoruz.

-Kırk rekat.

-Peki her gün beş rekat daha fazla kılabilir miyiz?

-Tabii kılarım.

-O halde öğle, ikindi ve yatsı namazlarının dört rekatlık ilk sünnetlerini sen bu namazların kazalarını niyet ederek kılabilirsin. Buna fıkıh imamları fetva vermiştir. Merak etme.

-Allah Allah..

-Geriye kaç vakit namaz kaldı.?

-İki vakit.

-Sabah ve akşam namazlarının sünnetleri kuvvetli sünnet olduklarından terk etmiyoruz. Sabah namazından sonra iki rekat, akşam namazından sonra da üç rekat ilave ederek kaza niyetiyle bu namazların farzlarını kıldık mı tamam. Her gün beş vakit namaza beş rekat ilave etmekle bir günlük kaza namazımızı da kılmış oluruz.

-Peki sünnetler ne olacak?

-Ali dayı bize borç olan farz olan namazlardır. Günde on yedi rekat farz kılıyoruz değil mi?

-Evet!!!

-O halde her gün on yedi rekat farz namazın kazası üzerimize borçtur.

- Keşke daha evvel bilseydim.

-Ayrıca namaz borcu olan bir kimsenin kaza namazı kılması beş vakit namazı kılmak gibi farz-ı ayndır.

-Tamamdır evladım.

Ali dayı namaza yeni başlamış gibi bir tavırla:

-Ben bizim hatunla geline de anlatayım bunu. Onların üzerlerinde de birikmiş borçları vardır. Onlar da kurtulsun.

-Aman Ali dayı, yanlış anlatmayasın ha.

-İstersen en evvel bana anlatıver.

-Olur.

Bütün ruhuyla duyduklarını tekralamıştı Ali dayı. Hemen kalkıp lavaboya gitti. Taze bir abdest alarak o günkü ikindi namazını eda etti. Tabi kazasını ihmal etmeyerek. Tarihi koymuştuk o gün. Tâ Rabbimize ne kadar namaz borcumuz kalmış bilelim. İşi ciddi tutuyordu Ali dayım. Ben yine sordum:

-Ali dayı yaşın kaç?

-Altmışdört.

-İnşaallah Allah ömür verirse yetmişdört yaşında hiç namaz borcumuz kalmayacak.

-Evladım eğer ömrümüz kifâyet etmezse!

-Hiç merak etmeyelim. Asıl olan niyettir. Bu hususta Hz. İkrime (ra) “Niyet var amel yoksa sevap var. Amel var fakat niyet yok. O zaman mükafat da yoktur.” buyurmakla bize niyetin önemini hatırlatmıştır. Biz on yıl kaza namazı kılmaya niyet etmedik mi?

-Evet.

-O halde biz bu niyeti muhafaza etmeye çalışalım ve bu suretle gayret gösterelim yeter.

-İnşaallah.

Ve o gün öylece ayrıldık. Ertesi gün ikindi vakti yaklaşmıştı ki tekrar dükkana geldim. Kapıdan içeriye girdiğimi gören babam bana donuk fakat mâna yüklü bir eda ile bakarak:

-Haberin var mı?

-Hayırdır baba! Haberim yok.

-Ali dayı vefat etmiş.

-Ne zaman? Nasıl?

-Akşam buradan ayrıldıktan sonra eve giderken yolda bir traktör ona çarpmış. Hemen hastaneye kaldırmışlar. Fakat kurtarılamamış.

-Allah Allah… “Kâlü innâ lillâhi ve innâ ileyhi raciûn.”

Şaşkınlık dolu bir halle beraber koşarak, ıslatan yağmura aldırmadan, Ali dayı’nın evine gittim. Hiç olmazsa cenaze namazına yetişme arzusuyla…

Kapıda Ali dayı’nın gelini ile karşılaştım. Biraz da zorlanarak:

-Abla, Ali dayımız!

-Evet… Dün akşam... Cenaze namazı öğle namazına müteakib Gazi Paşa
Camii’nde kılındı.

-Allah sabırlar versin. Ruhu şad, makamı cennet olsun...

İnsan bazen sevinecek mi yoksa üzülecek mi bilemez ya! Gerçekten ifade edilemiyor bu hal. Zira bu tez ayrılık kalbimi bütünüyle mahzun etmişti. Fakat bu, benim içindi. Ali dayımız için ise hiç öyle değildi. O samimi pişmanlık ve halis niyeti sayesinde bir vakit kaza namazı (ikindi namazı) kılmakla İnşaallah on yıllık namaz borcundan kurtulmuştu. Rehber-i Ekmel olan Resûlulah’ın (sav) “Erteleyen helâk olur” tehdid-i nebevisinden de kurtulmuştu o. O artık ebedi istirahatgahına uğurlanmıştı…

- Mekânın cennet olsun Ali Dayı!

İrfan Mektebi