16 Şubat 2009 Pazartesi

Ateş ve şeytan

Genç bir delikanlı senelerce yurt dışında okuduktan sonra vatanınaateist olarak geri döner. Üç sorusuna hiç kimse cevap veremediğindendolayı canı gayet sıkıntılıdır. Ebeveyni oğullarına yardım etmekniyetiyle büyük ilim sahibi olan köyün hocasına götürürler. Hoca vedelikanlının arasında geçen diyalog şöyle devam eder:Delikanlı: Kimsin sen? Sorularıma cevap verebilecek misin?Hoca: Allah'ın bir kuluyum ve O'nun izniyle sorularına cevap verebileceğim.Delikanlı: Emin misin? Profersörler bile cevap veremedi bana.Hoca: Allah'ın izniyle cevap vermeye çalışırım.Delikanlı: 3 sorum var:1. Allah yaşıyor mu? Öyle ise, şeklini bana göster.2. Takdir (kader) nedir?3. Eğer şeytan ateşten yaratıldıysa neden cehenneme yollanıyor,cehennemde ateş dolu değil mi? Ateş ateşi nasıl yaksın. Tanrı bunu düşünemedi mi?Bu arada, aniden hoca delikanlının başı üzerinde bir saksı kırar.Delikanlı canı yana yana sorar; Neden sinirlendin ki?Hoca: Sinirlenmedim. Bu benim üç soruna bir cevabım der.Delikanlı: Hiç birşey anlamadım.Hoca: Nasıl hissetin kendini saksıyı başında kırınca?Delikanlı: Tabii ki, fena bir acı hissettim.Hoca: Yani, acının varlığına inanıyor musun?Delikanlı: EvetHoca: Bana bu acının şeklini göster o zaman!Delikanlı: Gösteremem.Hoca: Bu benim ilk cevabım. Herkes Allah'ın varlığını hisseder ama Allah'ı göremez.Hoca: Dün gece rüyanda benim başında saksı kırdığımı gördün mü? Yada biri dedi mi?Delikanlı: Hayır.Hoca: Bugün böyle birşey ile karşılaşacağını hiç düşündün mü? Aklından geçti mi?Delikanlı: Hayır.Hoca: Bu işte takdir (kader) dir.Hoca: Biz neyden yaratıldık? Topraktan yaratılmış değil miyiz?Delikanlı: Evet öyle denir.Hoca: E o zaman? Saksıda topraktan yapılmadı mı?Allah isterse ateşten yaratılan şeytanı ateşin içinde cezalandıramaz mı?

(:)

Anlatması zor ama birşeyleri özlüyorum bu hatırladığım herşeye dönüşüyor,istanbulu,buraya taşındığım ilk yılları,oğlumun küçüklüğünü, uzaktaki kardeşimi zillim o benim, esinimi ,amaaaaaaaaaan herşeyi ve herkesi .Belki bir yazıda okuduğum gibi bir ada bulmak lazım ama nerde benim adam beni sarıp sarmalayacak huzur verip bulunduğum herşeyden uzak tutacak güvenli sıcacık her zaman beni beklediğini bildiğim bir ada .

SÖZ YANGINI

Sessiz ve sinsi bir yangını haber veriyorum size. Görünmez bir depremin enkazını resmediyorum. Nefeslerimizle harladığımız, hece hece alevlendirdiğimiz bir yangını körüklüyoruz ağzımızda. Dilimizin her kıpırtısında ürkütücü fay hatlarını tetikleyen zelzeleler büyütüyoruz odalarımızda. Sevaphanemizi yakıyoruz dilimizle. İyiliklerimizi yerle bir ediyoruz dudağımızla. Kendi duruluğumuzu bulandırdığımız, kardeşlerimizi küçük düşürdüğümüz, doğrularımızı eğrilttiğimiz, yüzümüzü de sözümüzü de ikileştirdiğimiz “fiskos bombaları” döşüyoruz ağzımıza, aramıza, yuvamıza, sokağımıza… Bir insan inandığını söylediğinde, kendisini Allah’la ilişkilendirir. Bir insan “mü’min” olduğunu beyan ettiğinde, artık Allah’la yaşamaktadır. O’nu kendine Vekil edinmiştir. O’nu kendine Velî edinmiştir. Mü’min, Allah’ın kulu olarak tanımlamıştır kendini. Öyle yaşar, öyle bilir ve öyle bilinsin ister. Vekil’i Allah olan ise dokunulmazdır. Velî’si Allah olana dil uzatılmaz. Kendine “Allah’ın kulu” olarak markalayan, o kutlu markanın ardındadır, onun kalitesi üzerine laf edilmez. “Allah’ın kulu”nun hataları olabilir elbette. Ama o kulun Allah’ı, hatasından dönmesi için sabreder, dönüşünü bekler. Bir başkası, Allah’a kul olanın hatasını görür görmez onu cezalandırmaya kalkamaz, sırlarını yağmalayamaz. O zaman kendini Allah’ın önüne koymuş olur. [Bakınız, Hucûrat, 1] Allah, kulunun ayıbını hemen yüzüne vurmaz, başkalarına ilan etmez. Bildiklerini hemen herkese her fırsatta söylemez. “Halîm” olarak bekler. “Tevvâb” olarak, dönmesi için mühlet verir. “Settâr” olarak kusurlarını gizler. Bir başkası araya girip, Allah’ın gizlediğini açığa vurma hakkına sahip değildir. Bir başka kul, acele edip “Allah’ın kulu”nun o kusurdan asla dönmeyeceğini varsayarak, Allah’ın kulunu o kusura indirgeyemez. Bir başkası, iyilikleri de olan, hatadan dönmesi de iyilik sayılan “Allah’ın kulu”nu hep kötülükten ibaretmiş gibi etiketleyemez. Bir başkası, Allah’ın hatasından dönmesi için beklediği, kusurlarını gizlemek için sustuğu kulunun hatırını hiçe sayıp, o kula ceza kesemez, konuşmaya kalkamaz. O zaman da kendini Allah’ın ve Resûl’ünün önüne koymuş olur [Yine bakınız, Hucûrat, 1]Allah, kulunun hatalarını affedeceğini beyan eder. Hem de severek affeder. Affettiği için sitem bile etmez kuluna. Affettiğini hatırlatmaz bile kuluna. Bağışladığına, bağışladığını bile unutturacak denli nezaket ve anlayış sahibidir O. Hem de O, kulunun kusurunu bilmesiyle yaşadığı mahcubiyeti, kusursuzlukla kapılabileceği gururdan daha sevimli bulur. Hem de O, kulunun pişmanlığıyla döktüğü gözyaşını günahsızlığı sebebiyle kendini beğenmesinden daha makbul bilir. Allah’ın kusurunu af ve bağışı için vesile eylediği kulunu kimse, affedilmez ve iflah olmaz ilan edemez. Allah’ın hatasıyla da sevdiği, hatta (tövbesine vesile olduğu için) hatası için sevdiği kulunu hiç kimse sevimsiz bulamaz. Yoksa, kendini Allah’ın Resûl’ünün önüne koymuş olur. [Daha dikkatlice bakınız, Hucûrat, 1]Allah, mü’min kulunu dokunulmaz ilan etmiştir. [İnanmıyorsanız bir daha okuyun: Münafikûn’un 8. Ayetini: “İzzet, Allah’a, Resûl’üne ve mü’minlere aittir.”] Mü’min olmak şerefli olmak için yetiyor. Ek bir şart koymuyor Rabbimiz. Onurumuz Allah’a ve Resûl’üne göre yaşama çabasından besleniyor demek ki.. Allah’ın ve O’nun elçisinin garantörlüğü altındaymış mü’minin olarak dokunulmazlığımız. Allah’ın dokunulmaz kıldığına dokunan yanar! [Bir de Hucûrat 2’ye bakalım: “…yoksa yapıp ettikleriniz boşa gider, sevaplarınız yanar!]Bir insanın, gıyabında da onurunun korunduğu, olmadığı yerde de saygı gördüğü, işitmediği kapı arkalarında da hatırının sayıldığı biricik medeniyetin mensupları olarak, gıybetsizliğe davet ediyorum sizi. Gıybet Gönülsüzlüğüne… Etlerimiz gibi sözlerimiz de “İslamî usulle kesilmiş” olsun istemez miyiz? İçkinin olduğu kadar gıybetin de “damlasını ağzıma değdirmedim” diyebilmeyi istemez miyiz?Senai DEMİRCİ

Anne sevgisi

Gençler, çok defa içlerinde duydukları "anlık" mutluluğun gerçek sevgi olup olmadığından habersiz, ilgi ve sevgi gördüğü kişilerin peşinden, pembe hayallerle yola çıkıyorlar. Halbuki çocukluk yıllarında doyurulmamış anne sevgisi, kişinin bir ömür boyu sevgiye muhtaç yaşamasına sebep oluyor. Kız ya da erkek fark etmiyor, anne sevgisi çocukluğun ilk yıllarında hayati önem taşıyor. Çocuk, özellikle ilk yedi yılda "doya doya" anne "sevgisini" ve "ilgisini" aldı ise hayatının geri kalan kısmını emin adımlarla ilerleyebiliyor, neyi neden istediğini iyi değerlendirebiliyor. Ancak, çocukluk yıllarında yeterince alınamayan anne sevgisi, bir ömür boyu kişide kendi yokluğunu hissettiriyor. Şefkat hissi ile örülü karşılıksız bir sevgi olan anne sevgisinden mahrum yetişen gençler, özellikle ergenlik çağından itibaren içlerindeki bu boşluğu doldurabilmek için o adresten diğer adrese koşma ihtiyacı hissediyorlar. Halbuki vaktiyle eksik kalan anne sevgisinin, hayatın geri kalan kısmında asla giderilmesi imkânsızdır. O sevgi "çocukluk yıllarında" ve "sadece anneden" alınmaktadır. Vaktinde ve yeterince alınmadığı takdirde yeri bir ömür boyu boş kalacak bu sevgi gençleri imkânsız bir sevgi arayışına itiyor.
Anne sevgisi eksikliğinin yol açtığı "sevgi açlığı" erkek ve kız çocuklarda aynı şekilde kendini göstermekte; ilgi ve sevgiye muhtaçlık ve fakat kendisine yönelen hiçbir sevgiden tatmin de tatmin olamama. Anne sevgisinin önemi bu kadarla da kalmıyor. Çocukluk çağında anneden yeterince ilgi ve sevgi görememiş gençler yetişkinlik çağında "sevme engelli" olma riski ile karşı karşıya bulunuyorlar.
"Sevme engelli" hali nedir?
Kişinin kendisinin sevgiye ve ilgiye aşırı ihtiyaç duyduğu halde, kendisinden sevgi bekleyenlere de yeterince sevgi verememe halidir. Ya da, kişinin peşinde koştuğu insandan sevgi ve ilgi görmeye başlaması durumunda, gördüğü bu sevgiden bir süre sonra bıkıp uzaklaşma isteğinin ortaya çıkması halidir. Çünkü böylesi durumlarda aranılan şey karşı cinsin sevgisi ve ilgisi değil, içinde yokluğunun acısını hissettiği anne sevgisidir. Bir yandan sevilmeye olan aşırı ihtiyaç, diğer kendini seven kişilerden bir süre sonra "bıkma" ve "uzaklaşma" isteği, anne sevgisinin yokluğunun en önemli dışa vurum halidir.
Kişi kendisi ile yüzleşebilmeli
İnsana verilecek en büyük ceza sevgisiz bir ortamda yaşamaya zorlamaktır. İnsan sevgiye muhtaçtır, daha da ötesinde sevmeye de muhtaçtır. Sevilmeye ve sevmeye olan ihtiyaç gayet normaldir ve insan olmanın gereğidir. Ancak burada gençlerin dikkat etmesi gereken hayati nokta, eğer "sevgide doyumsuzluk"sa, işte bu alarm zillerinin sesidir. Kişi kendi eksikliğini, kendi dünyasını ve hatıralarını yoklayarak bu sevilme ve ilgi görme ihtiyaçlarının nedenlerini mutlak suretle öğrenmelidir.
Adem Güneş Uzman Pedagog
Ebeveyn sevgisinden mahrum olanlar, çocukları ile iletişim kuramıyor
Annesinden yeterince sevgi alamamış kişiler, kendileri anne ya da baba olduklarında kendi çocukları ile aralarındaki sevgi bağında da sorunlar yaşama ihtimalini taşımaktadırlar. Yapılan terapi görüşmelerinden net bir şekilde anlaşılmaktadır ki; çocukluk yıllarında anne sevgisinden mahrum büyüyen kişiler, kendisi anne veya baba olduklarında çocuklarına karşı "sınırsız ve karşılıksız sevgi" vermekte zorlanmaktadır. Çünkü, çocukluk yıllarında doyurulmamış anne sevgisinin bilinçaltında oluşturduğu rahatsızlık, kendi çocuğuna aynı kaynaktan sevgiyi vermeye çalıştığı sırada, kişiyi, çocukluk yıllarına götürmekte, sevgisiz kaldığı dönemleri hatırlatmakta ve o günlerin su yüzüne çıkmasına neden olmaktadır. Böylesi bir hali bilinçaltında hissetmek, kişiyi huzursuz etmektedir.
Zaman