11 Temmuz 2008 Cuma

Şeytan bize uzak mı?





Dr. Senai Demirci

Şeytan'ı pek fazla yanımızda hissetmiyoruz; uzaklarda, tuhaf biçimli, anlaşılmaz hileler hazırlamakla meşgul garip biri şeytan. Herşeyi güncelleştirip yenilediğimiz şu zamanda şeytan imajımız oldukça demode duruyor. Şeytanın hipermarketteki hileleri gündemde değil mesela.. Şeytan otoyola çıkmıyor, sürat yapmıyor, cep telefonuna cevap vermiyor. Bilgisayar kullanmıyor, CD ile aldatmıyor, politikaya karışmıyor, Ankara'ya uğramıyor, İstanbul'da boğaz turu atmıyor, blucin giymiyor, Bodrum'da güneşlenmiyor, borsada oynamıyor. Şeytan, ta Mekke'lerde hacıların hınçla taşladıkları hantal yürüyüşlü, kalın kafalı biri. Hatta giyinmesini de bilmez, görseniz dilenci sanırsınız. Kravatlı adamlar arasında dolaşamaz, şık giyimli kadınlar arasında aranmaz. Parfüm kullanmak aklına gelmez, renk uyumundan anlamaz.. Şeytan dediğin karanlık köşelerde, küflü kuytularda oturur. Puslu mekanlarda, dipsiz kuyularda, örümcek ağları arasında tozlu hayaller kurar. Ayakkabısını boyatmaz, saçlarını yıkamaz.

Şeytan bizden uzak, biz şeytandan uzağız, öyle mi? Ne kadar da şeytani bir yanılgı... Hatırlayalım, şeytanın ilk eylemi Adem'e [as] secde etmemesiydi. Rabbi emrettiği halde secde etmedi şeytan. Bize, bu zamanın insanlarına oldukça tanıdık gelen bir gerekçeyle secde emrine karşı durdu. "Ben," dedi, "ateşten yaratıldım, Adem ise topraktan." Ateşi topraktan üstün gördüğü için kul olmaktan çıktı şeytan. Yoldan saptı, istikameti kaybetti. Oysa, şeytan aynı gerekçeyle secde edebilirdi de.. Mesela, toprağı ateşten üstün gördüğü için Adem'e [as] secde ediyor olabilirdi. Ya da faraza kendisi topraktan, Adem [as] ateşten yaratılmış olsaydı, ateşi topraktan üstün gördüğü için secdeyi tercih edebilirdi. O zaman da, Rabbine karşı gelmekten kurtulmuş olur muydu şeytan? Oysa, kulluk Rabbin emrine gerekçe aramaksızın, bahane bulmaksızın, açıklama aramaksızın itaat etmeyi, teslim olmayı gerektirir. Şeytan Adem'e [as] ateşten yaratıldığı için secde ediyor olsaydı da, Rabbinin emrine karşı gelenlerden olmaya devam edecekti. Çünkü, bu durumda, hakikaten değil, siyaseten secde etmiş olacaktı. Kulluk icabı değil, konjunktur icabı secde edecekti. Rabbine değil, modaya uymuş olacaktı.

Allah'tan, şeytanın siyaseti hakikatle benzeşmedi de, kulluğun icabı konjunkturun icabıyla çakışmadı da, net bir şeytan tablosu çıktı karşımıza. Şeytanın tekebbür ettiğini ayan beyan anladık, yoldan çıktığını ulu-orta görebildik. Öbür türlü, hiç olmazsa görüntüyü kurtarabilirdi. Ama görüntünün altında sahih olmayan bir gerekçe saklıydı, davranışını sahici olmayan bir muhakemeye dayandırıyordu. Çünkü, başından yanlış bir referans düzlemi seçmiştir şeytan. Kul olmaya göre değil, bir maddenin diğerine üstünlüğüne, birinin soyunun diğerinden asil oluşuna göre muhakeme yürütmeye başlamıştır. Bu noktadan sonra isabet etse de, isabet edemez, doğru görüntü verse de, yanlış duruşdan kurtulamaz.

Böyle düşününce şeytanın bize epey yakın durduğunu anlıyor insan. Şeytan birden geçmiş asırların pusundan sıyrılıp, gün gibi ortaya çıkıyor, caddelerimizi, evlerimizi adımlamaya başlıyor. İnsanın verdiği görüntü doğru, sahih ve sahici olabilir, ama gerekçe sahih ve ihlaslı olmayabilir, doğru bir gerekçeye dayanmıyor olabilir. Doğru, sahih davrandığımız yerde, sadece kul olma ve Rabbimize teslim olma saiki yetmeyebiliyor, yanımıza insanların beğenisini, çağın gereklerini, modanın icabını da almak istiyoruz. Veya kendimizce meşru, mühim, vazgeçilmez bir hedefe varmak uğruna "şimdilik", "daha sonra düzeltirim" ve " iyi ama ne yapabiliriz ki..."gibi gerekçelerle yolumuzdan sapıyoruz. Görüntüyü kurtarırkan sahici olmayan gerekçeler icad edebiliyoruz. Veya sahici olduğunu düşündüğümüz gayeler uğruna yalan-yanlış görüntüler veriyoruz. Tam da şeytanın saptığı yerden sapıyoruz.

Yalın bir mü'min olma cesaretini ve kararlılığını gösteremiyoruz. Bunun sebebinin sırf başkalarından korkmak olduğunu sanmıyorum. Sorun, nefsimizin iğvalarını aşamamaktır. 'İslam garip geldi, garip gidecek' mealli hadisin konusu olmak istemediğimiz ortada... 'Takiyye' sınıfından bütün numaraların altında 'garip'liğe razı olamamak ya da 'garip'liği göze alamamak var gibi. Garip ki, bu da bizi ayrı bir garipliğe götürüyor....

Yalın bir mümin olma cesaretini kendimizde göremiyoruz, bu da başkalarından korkmaktan çok kendi nefsimizin iğvalarını aşamamaktan kaynaklanıyor. Kendi kalbimizi nefsimizin salvosundan korumak uğruna, idmansız, donuk ve kalıpla hareket eden bir kalbin sahibi oluyoruz. Aklımızı, vehmimizin ve nefsimizin labirentlerine dokundurmaktan korktuğumuz için, kalıpla düşünen, donuk cevaplarla idare eden bir aklın sahibi oluyoruz. Duygularımızı acıların ortasına salmaktan korktuğumuzdan, acının ortasından geçmiş, pişmiş, yanmış, maya tutmuş, tavında döğülmüş bir kişilik sunmaktan geri kalıyoruz. Sadece taraftarlığa indirmişiz müslümanlığımızı, İslamın anlamını yani 'teslim olma'yı bilmiyoruz? Enfüsümüzdeki diyalektik yoksunluğunu da sahte ve sahici düşmanlar icad ederek telafi etmeye çalışıyoruz. Yalın ve yalnız olarak kendini tanımlayamayanların yaptıkları gibi başkalarına sadece başkalarına karşı taktikler yürütmekle vakit harcıyoruz. Böylesi ancak heyecanlı oluyor.. Şeytanı bizden biraz uzakmış gibi gösteriyor.

Oysa şeytan uzak durmakla sokuluyor yanımıza.