4 Nisan 2009 Cumartesi

Tasavvuf'tan Besleniyorum

Geçtiğimiz haftalarda gerek görsel basında gerek yazılı basında, unutulmaz şarkıların güftekârı ve bestekârı diye kendisinden sıkça söz edilen Şehrazat Söylemezoğlu 35. sanat yılını kutladı. Yıllarca hayatını büyük bir saltanat içinde yaşayan sanatçı, rûhunun gıdâsını tasavvuftan aldığını ifâde ederek, hakîkî huzûr reçetesi olarak tasavvufa dikkat çekti. 22 Şubat Pazar günü, Sabah Gazetesi'nden Şirin Sever Hanım'ın yaptığı mülâkâtdan dikkat çekici birkaç bölüm şöyledir:
Roman Falan Okumam Ben, Tasavvuf'tan Besleniyorum…
Soru: 35 yıla dönüp baktığınızda mutsuzluklar, kırgınlıklar, mutluluklar, doyumsuzluk; ne ağır basıyor daha çok? Cevap: Kırgınlıkların olmadığı bir hayat düşünebiliyor musunuz? Tabii ki benim de mutlu ve mutsuz yıllarım oldu. Ne kadar bir burjuva kızı da olsam, hatta burjuvanın biraz üstünde de olsam; netîcede insanın ne annesi, ne babası ömür boyu bâkî kalıyor. Ben çok genç yaşta kaybettim annemi ve babamı. Dolayısıyla kendi yaşam savaşımı çok genç yaşta başlattım. Korkunç bir saltanattan sonra hayatın gerçekleriyle karşılaştım ve yıllarca mücâdele verdim. Allâh'ın bana vermiş olduğu kabiliyet ile bir yere gelebilmiş olmanın verdiği gururu yaşıyorum.
Soru: Yaşlanmaktan korkmuyor musunuz? Cevap: Hayır. Kendimi terbiye ediyorum. Allâh'ın kanunu. Ne yaparsanız yapın, bu mutlak bir son. Ben olduğum gibi görünmeyi seviyorum. Ben kendimi sık aynada seyrediyorum. Bir insan evriminin nereden başlayıp, nereye gittiğini seyrediyorum. Allâh'ın, ilâhî nizamını seyrediyorum. Fiziksel güzelliklerin iddiasından geçeli 15 sene oldu. Ben çok güzel olmanın da ne demek olduğunu dolu dolu yaşamış bir kadınım, çünkü çok güzeldim. Güzelliği yaşadım, ona doydum. Mesela 10 senedir makyaj da yapmıyorum ve ölene kadar da yapmayacağım. Gençlik yıllarımda o kadar çok makyaj yaptım ki, şimdi o malzemelere baktığımda inanın içim kalkıyor.
Hakîkî Dost, Doktordur…
Soru: Felsefeyle ilgileniyor musunuz? Cevap: Ben çok tasavvuf kitapları okurum. Roman falan okumam. Benim hayatım roman olduğu için, başka hayatların romanı beni hiç ilgilendirmiyor. Ayrıca tasavvuf okuyunca huzûr buluyorum.
Soru: Bestelerinize, bu kadar âşık olunmasının sebebi bu mu? Cevap: Olabilir. Beslendiğim her kaynak bana müzik olarak geri dönüyor. Bu illâ tasavvuf olacak diye bir şey yok. Eğer ben onunla da besleniyorsam, tabii ki onun da yansımaları oluyordur. Ama bilinçli olarak yapmıyorum. Ben tasavvuf okurken, tasavvuf araştırırken kendimi çok mutlu, insan gibi hissediyorum. İki ayaklı hayvan değil, insan! Ve onun ötesinde de insan olmayı öğreniyorum. Hâlâ başarmış değilim!..
Soru: Nedir peki ulaşmak istediğiniz? Cevap: Nefsinizden ve egolarınızdan uzak durmayı başarmak. Nefsinize hâkim olabilmek ve egonuzu bastırmak. Bu çok zor bir şey. İnsanoğlunun verebileceği en büyük savaştır bu. Zâten muvaffak olabilenler de Mevlânâlar gibi, Abdülkâdir Geylânîler gibi çok büyük velî zâtlar olmuşlardır. Onlara imreniyorum.
Soru: Bu yüzden mi başı her sıkışan sizin evinizde huzur arıyor? Cevap: Hakiki dost, dostun en büyük doktorudur. Dolayısıyla tabâbetin âciz kaldığı yerde sevgi devreye girer. Dolayısıyla biz arkadaşız, birbirimize ihtiyacımız olduğu zaman, hiç kimse bir dakika tereddüt etmez. Zaten dostluk da budur.
*** Tasavvuf, maddî ve mânevî kirlerden arınıp, güzel ahlak ve vasıfları kazanmaya çalışarak, dîni rûhuna uygun bir keyfiyette yaşayabilme gayretidir. Her zaman ve zeminde toplumun her kesimine hitap eden tasavvuf, hem iktisâdî ve içtimâi rahatlık zamanlarındaki gevşeklikleri engelleyerek, zindeliği devam ettirmiş; hem de zulüm ve zorluk dolu günlerinde, daralmış gönüllere ulvî pencereler açarak nefes aldırmış, yaralı gönüllere merhem, yorgun dimağlara tesellî ve kurak rûhlara kevser olmuştur. Bugün de beşeriyet dehşetli bir huzursuzluk ve çeşitli ızdırapların girdâbına sürüklenmiş bulunmaktadır. Böyle bir zamanda gönüllere şifâ bahşedecek tasavvufî güzellik ve hasletlere duyulan ihtiyaç asla inkâr edilemez. Günümüzde materyalizmden rûhu bunalmış insanlar, İslâm'ı başlangıçta büyük mutasavvıfların câzibe ve güzellikleriyle tanımakta, sevmekte, onların eserlerinde huzûr bulmaktadırlar. Tasavvuf, her tabakadaki insana hidâyet, tesellî, rahmet ve bir pınar sunmaktadır. Şehrazat Hanım da bu pınardan istifâde edenlerin tipik bir misâlidir.
Nurgül ÇINAR

Ev sahibinin işine karışma

Avlanmayı çok seven bir padişah vardı. Birgün yine erkânını toplamış ve civârdaki bir ormanda avlanmaya başlamıştı. Herkes av telaşına düşmüş, bu sırada padişah da karşısına çıkan nazlı bir ceylanın peşinde, maiyyetinden ayrıldığını farketmemişti. Aradan saatler geçtiği hâlde ceylana ulaşamamış, yorgun ve bîtap bir vaziyette kalmıştı. Etrafına bakınıp, ıssız bir yere geldiğini ve havanın da kararmakta olduğunu görünce, içini bir korku kapladı. Sarayına nasıl dönecekti? O vaziyette sağa sola doğru gezinirken ormanda iyice kaybolduğunu anladı. Bir an önce birilerini bulmalı ve geceyi onlarla beraber geçirmeliydi.Birden ileride bir ateşin bulunduğunu gördü. Birilerini bulabilme ümidiyle, ateşe yaklaşmaya başladı. Ateşin yanında büyükçe bir çadır ve çadırın yanıbaşında bir koyun sürüsü vardı. Padişah çadıra doğru seslendi: "-Hey, orada kimse var mı?" Çoban koyunların arasından çıkarak: "-Buyurun, bu tarafa gelin." dedi. Ve güleryüzle yanına yaklaştı. "-Hoş geldiniz. Ben de nicedir misafir yolu bekler dururdum. Hemen geçin, istirahat edin!.." diyerek çadırını gösterdi. Padişah, dağ başında bu misafirperverliğe şaşırdı. Çadıra geçip oturdu. Kısa bir zaman sonra çoban elinde bir tencereyle çadıra girdi. Tencereyi ortaya koyup, misafirini de sofraya davet etti. Padişah gün boyu devam eden koşuşturmanın ve ormandaki tertemiz havanın verdiği iştahla sofraya kuruldu. Çobanın şaşkın bakışları altında yemeği yeyip bitiriverdi. Bir yandan da: "-Çok güzel olmuş, ellerine sağlık!.. Hayatımda hiç böyle bir ciğer yemeği yememiştim." deyip duruyordu. Çoban tekrar dışarı çıktı ve yarım saat içinde bir tencere daha getirdi. O yemeği de padişahın önüne koydu. Bir yandan da misafirini yemesi için teşvik ediyor ve her fırsatta yemeğin devamı olduğunu söylüyordu. Tencereler bittikçe dışarı çıkıyor, yarım saat içinde taze pişirilmiş ciğerlerle geri dönüyordu. Padişah iyice şişmiş bir vaziyette, minnettar gözlerle çobana baktı ve teşekkür etti. Sonra ihtiyaç tazelemek üzere dışarı çıktığında, gözleri fal taşı gibi açıldı. Çoban, misafirini ağırlamak üzere dört tane koyun kesmiş ve ciğerlerini çıkartıp, onunla yemek yapmıştı. Çadıra döndüğünde bu cömert çobana ziyadesiyle teşekkür etmek istedi ve: "-Niye bu kadar zahmet çektin. Sadece bir tanesinin etlerinden de yemek yapabilirdin." dedi, demesine ama, yüzünde patlayan bir şamara da engel olamadı. Çoban sert bir şekilde: "-Ev sahibinin işine karışma!" demekle yetindi.
Padişah bu cömert ve asil çobana şaşkınlıkla baktı, ama bu tokadın da acısını unutamadı. İçinden "Sonra görüşürüz!" diyerek çadırda konakladı. Padişahı ertesi gün de ağırlayan çobanla vedalaşma vakti geldiğinde, padişah kendisini tanıtmadan: "-Şehre işin düşerse bizim misafirhaneye de bekleriz." diyerek ayrıldı. * * * Aradan aylar geçti. Birgün çobanın şehre gitmesi gerekti. Bu arada eski dostunu da ziyaret etmeyi düşündü. Şehre varıp tarif edilen yere geldiğinde karşısına kocaman bir saray çıktı. Kapıda bekleyen askerlere yaklaşıp, misafirini tarif ettiğinde, askerler: "-O senin tarif ettiğin kimse bizim padişahımız... Padişahımızın senin gibi bir çobanla ne gibi bir işi olabilir? Haydi, zor kullanmadan buradan uzaklaş!" diye ikaz ettiler. Fakat çoban ne yapsalar oradan ayrılmak istemedi ve: "-Hele siz bir padişahınıza haber gönderin. Gerisi kolay!" dedi. Nöbetçiler, istemeye istemeye huzura çıkarlar ve bir çobanın kendileriyle görüşmek istediğini padişaha arz ettiler. Padişaha gün doğmuştu. Hâlâ yanağında hissettiği o tokadın acısını çıkartmak ve kendisini can u gönülden ağırlayan bu ev sahibine minnetten kurtulmak arzusundaydı. Hemen vezirine gümüş tabaklarla, nâdide kaşık ve çatallarla müzeyyen, mükellef bir sofra kurulmasını emretti. Sofra bir ırmağın kenarında kuruldu. Yemekler neşe içinde yenildi. Sofranın sonuna doğru padişah, kıymetli mücevherlerle süslü sofradaki eşyaları birer birer nehire atmaya başladı. Bir taraftan da gözü çobandaydı. İstiyordu ki, çoban müdahale etsin ve o da dağdaki tokadın intikamını alsın. Fakat çoban hiç oralı olmadı. Yemeğine kaygısızca devam etti. Vezir işin evveliyatını bilmediği için, padişahın bu hareketine anlam veremedi ve nihayet: "-Padişahım, o nehre atmakta olduğunuz eşyalar, hazinenin en kıymetli parçalarıdır. Şu an ziyân olup gitmek üzeredir." dedi. Çoban sükûnetini hiç bozmadan, bir tokat da vezire attı ve tekrarladı: "-Ev sahibinin işine karışma!"
Handan ÇETİNER şebnem dergisi

M. Sâmi Ramazanoğlu

Kıyâmet gününde nefisle mücâdele yapmak zorunda kalan kimseler de vardır. Bunlar dünyada nefis mücâdelesini yapmamış yahut az yapmış kimselerdir ki nefisleriyle mücâdele ede ede kalkacaklar, yani kendi kendilerine düşman olacaklardır.Senin yüzünden bu hale düştüm diye nefislerine çıkışacaklar. Yasin Suresi 54. âyette:"Artık bugün hiçbir kimseye zerre kadar zulüm yapılmaz, yalnız kendi yaptıklarınızın cezâsını çekeceksiniz." (Yâsin Sûresi, 54)"Halbuki gerçek cennetlik olanlar bugün pek hoş ve rahat bir meşgale içinde zevklenmektedir. Kendileri ve zevceleri, ağaçların altında ziynetli kürsülere kurulmuşlardır. Onlara cennette her çeşit meyve ve her istedikleri verilecek, Allah'tan, meleklerden, Rahîm olan Rab'den selam da onlaradır. Mücrimlere ise; "Ey mücrimler, siz bugün mü'minlerden ayrılın bakalım." (Yâsin Sûresi, 55-59) denilecektir. Cenâb-ı Hak Nahl Sûresi'nde:"Herkesin nefsiyle mücâdele ederek geldiği gün, kendi kazandığı amellerle öldüğü gündür, onlara asla zulmedilmez." (Nahl Sûresi, 111) buyuruyor. O halde nefisle mücâdele dünyada yapılırsa, orada bu hal ile muamele olunacak, burada mücâdeleyi yapmaz da âhirete koyarsa, oradaki mücâdelenin ne bir faydası olacak, ne de mazeret olacak. Onun için nefsin ıslahı burada yapılacaktır. Bu da ancak şerh-i sadırla ve dâimi zikri nefse kabul ettirmekle olur. Yûsuf (a.s.) da nefsin kötülüğünü ve kötülük emrettiğini söylemiştir, "Ancak Allah'ın yardım ettiği nefis kurtulabilir." demiştir. Yûsuf Sûresi'nde:"Onun için ben de nefsimi tezkiye etmiyorum, onu kusursuz görmüyorum." (Yûsuf Sûresi, 53) demiştir. Cenâbı Hak Nisâ Sûresi'nde:"Sana isabet eden, gelen iyilik, Allah?tandır. Kötülük ise nefsindendir. Biz seni insanlara elçi gönderdik. Şahit olarak da Allah yeter." (Nisâ Sûresi, 79) buyurmuştur. Kötülükler nefsin kesbindendir.Nefisle mücâdelede muvaffak olmak için de zikre devam ve teslîmiyet şarttır. Nefisle cihad en büyük cihaddır. Çünkü o bitip tükenmeyen ve ardı arkası kesilmeyen ve ölünceye kadar yapılan bir mücâdeledir. Her düşmanla mücâdelenin bir zamanı vardır, nefisle cihad her zaman olacaktır."Ta ölüm gelinceye kadar Rabbine ibâdet edecek, nefisle cihatta bulunacaksın." (Hicr Sûresi, 99) Çünkü nefisle cihad, hem zikirle, hem teslîmiyetle, hem ibâdetle hem de az yemek ve oruç tutmakla ve saydığımız beş şarta riâyetle olacak. Bütün düşmanlar iyilik edince herhalde dostluğa dönerler, fakat nefis aslâ dost olmaz, ona ne kadar iyilik edersen et, o yine daha çok azar. Ve azılı düşman olur, onunla cihad ve mücâdele de gittikçe zorlaşır. Bu sebeple nefisle cihad, en büyük harptir ve bu hepimize farzı ayındır. Peygamber Efendimizin beyânıyla nefis ile cihad, cihad-ı ekberdir.Nefis ile cihad etmekte mutlaka aşılması gereken mertebeler vardır. Bunları bilmek ve her halde bunlardan kurtulmak lâzımdır. Nefsin en tehlikeli mertebeleri emmâre, levvâme ve mülhimedir.Emmâreden kurtulmanın yegâne çâresi, Allah'ı çok zikretmektir.Allah zikri ile Allah'ın rahmetine sığınmadıkça nefsin kötülüğünden kurtulmak mümkün değildir. Yûsuf (a.s.) bile o kadar mücâdeleden sonra, "Ben de nefsimi kusursuz göremem, çünkü muhakkak nefis kötülüğü emreder, ancak Rabbimin rahmet ettiği nefis kurtulabilir." demiştir. Allah'ın rahmet etmesi işte dilin, kalbin, nefsin ve bedenin Allah zikri ile zikr-i dâimîye ve huzûra kavuşabilmesidir. Cenâb-ı Hak cümlemizi, hitab-ı izzetiyle ve cennetiyle, cemâliyle müşerref buyursun. Nefis cihadımızda hepimizi muvaffak buyursun. Âmîn.

:) ? :(

Gün gelir etrafını saran insanlar azalır kendi seçiminle, hayatın ortalarıdır yalnızlık zamanların ,paylaşılacak ne mutluluk nede sebelerin vardır herdaim dertlerin şükürlerin,işlerin ,işsizliklerin herşeyin uç noktalrıdır sorunların ya çoktur ağır gelir omuzlarına çökersin ,ya yoktur sıkıntı basar patlarsın :)