İKLİMYA
20 Kasım 2011 Pazar
annem imdaaaaaaaaat diyor:)
herkese slm artık yorum okuyamıyorum ve nedense bukadar zaman sonra bizim hatunlara bi sorayım dedim gerçi hemen herkesin gelen yorumlarıda ingilizce belki başka bloglardan cevap veririsiniz ne biliyim çaresizimyaaaaaaaaa gelen yorumlar ingilizce bunu neden böyle olduğunu anlamıyorum çözüm öneriniz varmı .
7 Kasım 2011 Pazartesi
Eğer Sen Aydan Daha Güzel Değilsen, Boş Ol!..
Saray âlimleri, altınla kaplı saray tavanlarına gözlerini kırparak bakmaya çalışan, dünyalar güzeli minicik kızın ismini tartışıyordu. Onlar hararetli bir şekilde konuşurlarken Abbasî halifelerinin ikincisi Câfer Ebû Mansur içeri girdi. Önünde edeple başlarını eğdi âlimler ve sustular. Halife Câfer Ebû Mansur bir halife olarak değil de, bir dede merhametiyle kucakladı minik torununu... Güzelliği göz kamaştırıyordu...
"-Güzelliğin gibi bahtında güzel olsun. Hâlin de, güzel amelin de makbul olsun!.." diyerek duâ etti. "Allah, seni her hayırda öncü ve seçilmiş bir cevher kılsın. Adın da Zübeyde olsun!.." diyerek kulağına ezan ve kametle fısıldadı; seçilmiş, öz ve cevher manalarına gelen ismini...
Sarayda ilmin âlâsını, edebin en incesini öğrenmişti muâllimlerinden Zübeyde... Her hâliyle, özellikle de ahlâkı ile seçilmiş, güzelliği ile etrafını aydınlatan bir güneş gibi parlamıştı. Avamdan havassa, herkesin gönlüne girecek bir yol bulurdu hep... Peygamber Efendimizin soyu ile buluşan asâleti ve güzîde ahlakı âdeta kendi bünyesinde yarışırdı.
Saraydaki hizmetçiler, ona hizmet etmek için can atarlardı. Hizmetçilerine öyle tatlı hitap ederdi ki, hizmetçiler sanki onun kardeşiydi. Bir iltifatına nâil olmak için hepsi etrafında pervane olurdu.
Genç kızlık döneminde ismi hep hayır ve hasenâtla anılırdı. O, sıkıntıya düşmüş âilelerin can simidi; fakirlik yüzünden evlenemeyen gençlerin müracaat kapısı idi. Evlendirdiği gençlerin, evlerini de döşer, hem gönüllerini, hem de hayır duâlarını alırdı.
Bir gün mutfaktaki hizmetçiler kendi aralarında konuşuyorlardı.
"-Böyle bir zenginlik ve şaşanın içinde, kibirden hiç nasip almaz mı insan?" dedi bulaşıkları yıkayan hizmetçi...
"-Bu güzellik bende olacak, etrafımdaki bütün kadınları çatlatırdım kıskançlıktan..." dedi bir diğeri...
"-Ama hanımımız, sanki gökten indirilmiş bir iyilik meleği gibi..."
Onların bu konuşmalarını oradan geçen ve henüz 15 yaşında olan Harun Reşid de duymuştu.
"-Demek ki, bu Zübeyde, kanatsız bir melek gibi..." diye düşünürken kalbinden ılık ılık esen meltem, onu utandırmıştı.
Aradan iki yıl geçmişti ama, Harun Reşid'in aklı hep Zübeyde'de idi. Ne yapmalı, nasıl etmeli de bu duygularını Zübeyde'ye ulaştırmalıydı? Bir türlü yol-yordam bilemedi. Sonra ya Zübeyde, onu istemezse? Teklifini geri çevirirse, ne yapardı?
Bu sıkıntıyla kıvranırken sarayın bahçesine çıktı. Birden karşısında Behlül Dânâ belirdi. Behlül, onun akrabası ve en samimi arkadaşıydı. Âdeta hikmet küpüydü.
"-Hayırdır, bu ne hal Harun? Sanki dünyanın dertlerini sırtlanmışsın da altında eziliyorsun?" dedi takılarak...
"-Yok bir şey." dedi Harun Reşid...
"-Her «yok»un altında vardır bir sır; seninki kalp derdi, aşk sancısı gibi..." dedi gülümseyerek...
Harun Reşid öyle mahcub olmuştu ki, utancından kulakları kıpkırmızı kesilmişti. "Evet" dercesine başını salladı. Behlül Dânâ ile uzun uzun dertleşti, küçüklüğünden beri içinde besleyip, artık yüreğinden taşan aşkı anlattı, anlattı, anlattı... Anlattıkça rahatladı, hafifledi.
Behlül Dânâ'nın girişimleri ile kısa zamanda kuruldu düğün dernek... Meğer herkes yakıştırırmış bu amca çocuklarını birbirine...
Kırk gün, kırk gece şaşa devam eden bir merasim içinde devam etti düğün... Yapılan çeyizler, sarf edilen ikramlar ise, âdeta kırk yıl dillerden düşmedi.
Harun Reşid, yüzü ipek tüllerle örtülmüş, etrafa misk ü amber kokularıyla doldurmuş hanımının elini tutup titrek ve heyecanlı bir sesle söze başladı:
"-Zübeyde... Güzelliğin, kendisinden ar edip yanında gölge kaldığı Zübeyde.. Ahlâk, edep, ilim ve asâleti yüreğinde irfanla bütünleştiren Zübeyde... Benim biricik sultanım, saraylarımın gözdesi, iyilikler ve hayırlar anası... Evine hoş geldin. Gönlüme hoş geldin. İyi ki geldin.. Hep burada, gönlümde ol! Bu dünya zindanında beni hiç yalnız koma!.."
Harun, bunları söylerken heyecandan elleri terlemiş, dudakları kurumuştu. Onun elleri, hiç konuşmayan Zübeyde'nin ellerini de terletmişti. Zübeyde, kelimelerini seçerek tane tane:
"-Ya mutlu olamazsak, ya iyi geçinemezsek diye korkarım Sultanım!.." deyiverdi.
Harun Reşid:
"-Gönül tahtımın sultanı!.. İyi geçinmek, iki kişinin kusursuz olmasıyla değil; birbirlerinin kusurlarını hoş görmesi ile olur. Birbirimizi hoş görelim ki, hoş olalım!.." dedi.
Yanındaki sandığın kapağını açtı. Az önce bu sandığı, on iki hizmetçi zor taşıyarak getirmişti. Zübeyde merakla izliyordu. Kapağı açılan sandık, ağzına kadar altın, inci, elmas ve her türlü hülliyyât ile doluydu.
"-Bu, senin yüz görümlüğün!.. Senin kıymetin hiçbir şeyle ölçülmez, ama bu âcizâne bir dünyalıktır. Cenâb-ı Hak, asıl ziynet olan rızasını ikram etsin!.." dedi.
Zübeyde:
"-Altınlardan çok, duâna sevindim. Benim için asıl hediye, kıymetli duâlarındır." dedi.
Evliliğinin ilk sabahı, kendisini tebrik etmeye gelenlerin en fakirlerini öncelikle kabule başlamıştı Zübeyde... Doğrusu buna kimse de şaşırmadı. Bu, Zübeyde'nin tabiat-ı asliyesiydi çünkü.. Gelen fukaralar, hediye olarak duâlarını sunuyorlardı.. Zübeyde ise, yüz görümlüğü olarak verilen sandığa eline daldırıyor, çıkan altın, gümüş ne varsa, fukaranın avuçlarına dolduruyordu. Garipler, sevinç gözyaşları ve yanık bir gönülle daha içten ve daha çok duâ ediyorlardı.
Saraydaki cariyeler:
"-Böyle yapmayın sultanım; bunları bu kadar alıştırmayın!.. Bırakın, Allah verir onlara..." deyince Zübeyde Sultan:
"-Allah, bana, onlara vermem için veriyor, aslında veren ben değilim!" diye karşılık verdi.
* * *
Evlilikteki huzuru her geçen gün artıyordu. Harun Reşid, sultan olarak başka kadınlarla da evlenebilirdi, ama evlenmedi. Tek hanımı, tek sultanı Zübeyde idi.
Zübeyde bir gece yatmakta olan Harun Reşid'in yanında, saçlarını gümüş tarak ile taramaya başladı. Harun Reşid, hayran hayran onu izliyordu. Pencereden içeriye dolan ay ışığı, üzerine vurdu. Bu parlak ışık, güzelliğine ayrı bir güzellik katmıştı. Kendisi bile kendi güzelliğine hayran kalmıştı. Beyi Harun Reşid'e yaklaştı, elini tuttu, öptü ve:
"-Söyle bakalım; ben mi güzelim, ay mı daha güzel?" dedi.
Harun Reşid önce cevap vermedi. Diyecek söz bulamadı. Zübeyde sultan hararetle sorusunu üç defa tekrar etti. Bunu üzerine Harun Reşid:
"-Eğer sen aydan daha güzel değilsen, benden talak-ı selâse ile (üç talakla) boş ol!" dedi.
Harun Reşid'in bu sözden maksadı, Zübeyde'yi boşamak değildi. Onu boşamak nasıl imkânsız bir şey ise, ayın Zübeyde'den daha güzel olması da o kadar imkânsız demekti. Ama ikisi de söylenen sözün tesiri ile bir müddet konuşamadılar. Ellerini sımsıkı kenetlediler.
Harun Reşid, ertesi gün sıkıntı ile odasında dönüyor, bir taraftan da akşamki sözüyle büyük bir hata etmiş olabileceği endişesini taşıyordu. Doğru ya, evliliğin de, boşanmanın da şakası olmazdı. Ay, Kur'ân-ı Kerim'de üzerilen yemin edilen bir varlıktı, ya Zübeyde'den daha güzelse... O zaman ne yapacaktı?
Hemen âlimleri etrafına topladı.
"-Ay mı üstündür, insan mı üstündür?" diye sordu. Tartışma uzadıkça, iş içinden çıkılmaz bir hâl alıyordu. O sırada içeriye Behlül Dânâ Hazretleri girdi:
"-Ne yapıyorsunuz bakalım? Bir hatim merâsimi mi var? Ne var, ne oldu? Hazır bu kadar hâzirun varken ben de bir aşr-ı şerîf okuyayım diyerek Tîn Sûresini huşû ile okumaya başladı. Tâ ki, "Biz insanı, en güzel şekilde yarattık." âyet-i kerimesi gelince Harun Reşid, sevinçle yerinden doğruldu. Bu müşkilattan feraha çıkardığı için Allah Teâlâ'ya şükür secdesine vardı:
"-Rabbim, bu gerçekten senin lütfun... Benim hanımım, benim gönlümde gökteki biricik aydan da güzeldir." dedi
* * *
O tarihlerde hacdan dönen âlimler, duâsını almak için Sultan'ın huzuruna çıktılar. Hac hâtıralarından bahsederlerken Mekke'de hacıların nasıl su sıkıntısı çektiklerini anlattılar. Zübeyde Sultan'ın gönlüne, o mübarek beldelere bir serin su olarak akmak düştü. Kalktı, iki rekat hâcet namazı edâ etti. Yaratana, kendisine hayır ve hasenât kapıları açması için duâ etti. İstişareler yaptı ve nihayet kendi şahsî servetini kullanarak Tâif ve Huneyne arasından çıkan tatlı su kaynağını satın aldı. Bu su kaynağını Arafat'taki hacılara ulaştırabilmek için yol üstündeki bütün hurma bahçelerini satın aldı ve o tatlı suyu, Arafat'a kadar ulaştırdı. Bu hayır işinde 1.700.000 miskal altın sarf etti. Çok sevinçliydi; artık Arafat'taki her hacının gönlüne serinletecek, her birine kana kana içecekleri tertemiz bir su takdim edecekti.
Zübeyde, kocasının vefatına kadar çok mutlu yaşadı. Ömrünü hayır ve hasenâtla süsledi. Çağdaşlarından hiçbir hanım, hayırda onunla yarışamadı.
Vefatından sonra fakir ve garibler, mâteme büründüler. Ardından aylarca hatimler okuyarak onu yad ettiler..
Dünya sahnesinden göç ettikten sonra cariyesi, onu rüyasında gördü:
"-Sultanım, dünyada Allah için bu kadar büyük hayırlar yaptın, kim bilir Hak Teâlâ sana Cennet'te ne yüksek bir makam bahşetti!" dedi.
Zübeyde Sultan'ın cevabı şu oldu:
"-Evet, doğru... Rabb-i Rahîm bana gerçekten de yüce bir makam ihsan eyledi; fakat bu yüce makamı, yaptırmış olduğum hayır müesseseleri sebebiyle vermedi. Bir gün, bulunduğum mecliste ilâhîler okunuyor, kasideler söyleniyordu. Sâzendelerin sazlarına vurdukları bir sırada minarelerden ezan-ı Muhammedî'nin yükseldiğini duymuştum. Hemen "Susun, ezânı dinleyelim!" deyip oradaki herkesi susturmuştum. İşte, sorgu-sual ânında, amellerim birer birer sayılıp döküldü. Arafat'a kadar su kanalları döşeme de vardı onlar içinde. Fakat bana denildi ki, «Seni ezana karşı göstermiş olduğun o hürmetinden dolayı bağışladık!..»"
* * *
Onun vefatından yıllar sonra hacca giden bir bağdatlı garip, sokaklarda bağıran sâkînin:
"-Seyyide Zübeyde suyudur, çok tatlıdır. Gönüllere şifadır." diye nidâ ettiğini duyunca kendini tutamadı ve:
"-Benim gönlü de zengin, kendi de zengin sultanım... Burada da mı garipleri serinletiyorsun?!" diye ağlayarak hayır defteri kapanmayan bu mübârek hanıma duâ etti.
Halime DEMİREŞİK
Şebnem dergisi
"-Güzelliğin gibi bahtında güzel olsun. Hâlin de, güzel amelin de makbul olsun!.." diyerek duâ etti. "Allah, seni her hayırda öncü ve seçilmiş bir cevher kılsın. Adın da Zübeyde olsun!.." diyerek kulağına ezan ve kametle fısıldadı; seçilmiş, öz ve cevher manalarına gelen ismini...
Sarayda ilmin âlâsını, edebin en incesini öğrenmişti muâllimlerinden Zübeyde... Her hâliyle, özellikle de ahlâkı ile seçilmiş, güzelliği ile etrafını aydınlatan bir güneş gibi parlamıştı. Avamdan havassa, herkesin gönlüne girecek bir yol bulurdu hep... Peygamber Efendimizin soyu ile buluşan asâleti ve güzîde ahlakı âdeta kendi bünyesinde yarışırdı.
Saraydaki hizmetçiler, ona hizmet etmek için can atarlardı. Hizmetçilerine öyle tatlı hitap ederdi ki, hizmetçiler sanki onun kardeşiydi. Bir iltifatına nâil olmak için hepsi etrafında pervane olurdu.
Genç kızlık döneminde ismi hep hayır ve hasenâtla anılırdı. O, sıkıntıya düşmüş âilelerin can simidi; fakirlik yüzünden evlenemeyen gençlerin müracaat kapısı idi. Evlendirdiği gençlerin, evlerini de döşer, hem gönüllerini, hem de hayır duâlarını alırdı.
Bir gün mutfaktaki hizmetçiler kendi aralarında konuşuyorlardı.
"-Böyle bir zenginlik ve şaşanın içinde, kibirden hiç nasip almaz mı insan?" dedi bulaşıkları yıkayan hizmetçi...
"-Bu güzellik bende olacak, etrafımdaki bütün kadınları çatlatırdım kıskançlıktan..." dedi bir diğeri...
"-Ama hanımımız, sanki gökten indirilmiş bir iyilik meleği gibi..."
Onların bu konuşmalarını oradan geçen ve henüz 15 yaşında olan Harun Reşid de duymuştu.
"-Demek ki, bu Zübeyde, kanatsız bir melek gibi..." diye düşünürken kalbinden ılık ılık esen meltem, onu utandırmıştı.
Aradan iki yıl geçmişti ama, Harun Reşid'in aklı hep Zübeyde'de idi. Ne yapmalı, nasıl etmeli de bu duygularını Zübeyde'ye ulaştırmalıydı? Bir türlü yol-yordam bilemedi. Sonra ya Zübeyde, onu istemezse? Teklifini geri çevirirse, ne yapardı?
Bu sıkıntıyla kıvranırken sarayın bahçesine çıktı. Birden karşısında Behlül Dânâ belirdi. Behlül, onun akrabası ve en samimi arkadaşıydı. Âdeta hikmet küpüydü.
"-Hayırdır, bu ne hal Harun? Sanki dünyanın dertlerini sırtlanmışsın da altında eziliyorsun?" dedi takılarak...
"-Yok bir şey." dedi Harun Reşid...
"-Her «yok»un altında vardır bir sır; seninki kalp derdi, aşk sancısı gibi..." dedi gülümseyerek...
Harun Reşid öyle mahcub olmuştu ki, utancından kulakları kıpkırmızı kesilmişti. "Evet" dercesine başını salladı. Behlül Dânâ ile uzun uzun dertleşti, küçüklüğünden beri içinde besleyip, artık yüreğinden taşan aşkı anlattı, anlattı, anlattı... Anlattıkça rahatladı, hafifledi.
Behlül Dânâ'nın girişimleri ile kısa zamanda kuruldu düğün dernek... Meğer herkes yakıştırırmış bu amca çocuklarını birbirine...
Kırk gün, kırk gece şaşa devam eden bir merasim içinde devam etti düğün... Yapılan çeyizler, sarf edilen ikramlar ise, âdeta kırk yıl dillerden düşmedi.
Harun Reşid, yüzü ipek tüllerle örtülmüş, etrafa misk ü amber kokularıyla doldurmuş hanımının elini tutup titrek ve heyecanlı bir sesle söze başladı:
"-Zübeyde... Güzelliğin, kendisinden ar edip yanında gölge kaldığı Zübeyde.. Ahlâk, edep, ilim ve asâleti yüreğinde irfanla bütünleştiren Zübeyde... Benim biricik sultanım, saraylarımın gözdesi, iyilikler ve hayırlar anası... Evine hoş geldin. Gönlüme hoş geldin. İyi ki geldin.. Hep burada, gönlümde ol! Bu dünya zindanında beni hiç yalnız koma!.."
Harun, bunları söylerken heyecandan elleri terlemiş, dudakları kurumuştu. Onun elleri, hiç konuşmayan Zübeyde'nin ellerini de terletmişti. Zübeyde, kelimelerini seçerek tane tane:
"-Ya mutlu olamazsak, ya iyi geçinemezsek diye korkarım Sultanım!.." deyiverdi.
Harun Reşid:
"-Gönül tahtımın sultanı!.. İyi geçinmek, iki kişinin kusursuz olmasıyla değil; birbirlerinin kusurlarını hoş görmesi ile olur. Birbirimizi hoş görelim ki, hoş olalım!.." dedi.
Yanındaki sandığın kapağını açtı. Az önce bu sandığı, on iki hizmetçi zor taşıyarak getirmişti. Zübeyde merakla izliyordu. Kapağı açılan sandık, ağzına kadar altın, inci, elmas ve her türlü hülliyyât ile doluydu.
"-Bu, senin yüz görümlüğün!.. Senin kıymetin hiçbir şeyle ölçülmez, ama bu âcizâne bir dünyalıktır. Cenâb-ı Hak, asıl ziynet olan rızasını ikram etsin!.." dedi.
Zübeyde:
"-Altınlardan çok, duâna sevindim. Benim için asıl hediye, kıymetli duâlarındır." dedi.
Evliliğinin ilk sabahı, kendisini tebrik etmeye gelenlerin en fakirlerini öncelikle kabule başlamıştı Zübeyde... Doğrusu buna kimse de şaşırmadı. Bu, Zübeyde'nin tabiat-ı asliyesiydi çünkü.. Gelen fukaralar, hediye olarak duâlarını sunuyorlardı.. Zübeyde ise, yüz görümlüğü olarak verilen sandığa eline daldırıyor, çıkan altın, gümüş ne varsa, fukaranın avuçlarına dolduruyordu. Garipler, sevinç gözyaşları ve yanık bir gönülle daha içten ve daha çok duâ ediyorlardı.
Saraydaki cariyeler:
"-Böyle yapmayın sultanım; bunları bu kadar alıştırmayın!.. Bırakın, Allah verir onlara..." deyince Zübeyde Sultan:
"-Allah, bana, onlara vermem için veriyor, aslında veren ben değilim!" diye karşılık verdi.
* * *
Evlilikteki huzuru her geçen gün artıyordu. Harun Reşid, sultan olarak başka kadınlarla da evlenebilirdi, ama evlenmedi. Tek hanımı, tek sultanı Zübeyde idi.
Zübeyde bir gece yatmakta olan Harun Reşid'in yanında, saçlarını gümüş tarak ile taramaya başladı. Harun Reşid, hayran hayran onu izliyordu. Pencereden içeriye dolan ay ışığı, üzerine vurdu. Bu parlak ışık, güzelliğine ayrı bir güzellik katmıştı. Kendisi bile kendi güzelliğine hayran kalmıştı. Beyi Harun Reşid'e yaklaştı, elini tuttu, öptü ve:
"-Söyle bakalım; ben mi güzelim, ay mı daha güzel?" dedi.
Harun Reşid önce cevap vermedi. Diyecek söz bulamadı. Zübeyde sultan hararetle sorusunu üç defa tekrar etti. Bunu üzerine Harun Reşid:
"-Eğer sen aydan daha güzel değilsen, benden talak-ı selâse ile (üç talakla) boş ol!" dedi.
Harun Reşid'in bu sözden maksadı, Zübeyde'yi boşamak değildi. Onu boşamak nasıl imkânsız bir şey ise, ayın Zübeyde'den daha güzel olması da o kadar imkânsız demekti. Ama ikisi de söylenen sözün tesiri ile bir müddet konuşamadılar. Ellerini sımsıkı kenetlediler.
Harun Reşid, ertesi gün sıkıntı ile odasında dönüyor, bir taraftan da akşamki sözüyle büyük bir hata etmiş olabileceği endişesini taşıyordu. Doğru ya, evliliğin de, boşanmanın da şakası olmazdı. Ay, Kur'ân-ı Kerim'de üzerilen yemin edilen bir varlıktı, ya Zübeyde'den daha güzelse... O zaman ne yapacaktı?
Hemen âlimleri etrafına topladı.
"-Ay mı üstündür, insan mı üstündür?" diye sordu. Tartışma uzadıkça, iş içinden çıkılmaz bir hâl alıyordu. O sırada içeriye Behlül Dânâ Hazretleri girdi:
"-Ne yapıyorsunuz bakalım? Bir hatim merâsimi mi var? Ne var, ne oldu? Hazır bu kadar hâzirun varken ben de bir aşr-ı şerîf okuyayım diyerek Tîn Sûresini huşû ile okumaya başladı. Tâ ki, "Biz insanı, en güzel şekilde yarattık." âyet-i kerimesi gelince Harun Reşid, sevinçle yerinden doğruldu. Bu müşkilattan feraha çıkardığı için Allah Teâlâ'ya şükür secdesine vardı:
"-Rabbim, bu gerçekten senin lütfun... Benim hanımım, benim gönlümde gökteki biricik aydan da güzeldir." dedi
* * *
O tarihlerde hacdan dönen âlimler, duâsını almak için Sultan'ın huzuruna çıktılar. Hac hâtıralarından bahsederlerken Mekke'de hacıların nasıl su sıkıntısı çektiklerini anlattılar. Zübeyde Sultan'ın gönlüne, o mübarek beldelere bir serin su olarak akmak düştü. Kalktı, iki rekat hâcet namazı edâ etti. Yaratana, kendisine hayır ve hasenât kapıları açması için duâ etti. İstişareler yaptı ve nihayet kendi şahsî servetini kullanarak Tâif ve Huneyne arasından çıkan tatlı su kaynağını satın aldı. Bu su kaynağını Arafat'taki hacılara ulaştırabilmek için yol üstündeki bütün hurma bahçelerini satın aldı ve o tatlı suyu, Arafat'a kadar ulaştırdı. Bu hayır işinde 1.700.000 miskal altın sarf etti. Çok sevinçliydi; artık Arafat'taki her hacının gönlüne serinletecek, her birine kana kana içecekleri tertemiz bir su takdim edecekti.
Zübeyde, kocasının vefatına kadar çok mutlu yaşadı. Ömrünü hayır ve hasenâtla süsledi. Çağdaşlarından hiçbir hanım, hayırda onunla yarışamadı.
Vefatından sonra fakir ve garibler, mâteme büründüler. Ardından aylarca hatimler okuyarak onu yad ettiler..
Dünya sahnesinden göç ettikten sonra cariyesi, onu rüyasında gördü:
"-Sultanım, dünyada Allah için bu kadar büyük hayırlar yaptın, kim bilir Hak Teâlâ sana Cennet'te ne yüksek bir makam bahşetti!" dedi.
Zübeyde Sultan'ın cevabı şu oldu:
"-Evet, doğru... Rabb-i Rahîm bana gerçekten de yüce bir makam ihsan eyledi; fakat bu yüce makamı, yaptırmış olduğum hayır müesseseleri sebebiyle vermedi. Bir gün, bulunduğum mecliste ilâhîler okunuyor, kasideler söyleniyordu. Sâzendelerin sazlarına vurdukları bir sırada minarelerden ezan-ı Muhammedî'nin yükseldiğini duymuştum. Hemen "Susun, ezânı dinleyelim!" deyip oradaki herkesi susturmuştum. İşte, sorgu-sual ânında, amellerim birer birer sayılıp döküldü. Arafat'a kadar su kanalları döşeme de vardı onlar içinde. Fakat bana denildi ki, «Seni ezana karşı göstermiş olduğun o hürmetinden dolayı bağışladık!..»"
* * *
Onun vefatından yıllar sonra hacca giden bir bağdatlı garip, sokaklarda bağıran sâkînin:
"-Seyyide Zübeyde suyudur, çok tatlıdır. Gönüllere şifadır." diye nidâ ettiğini duyunca kendini tutamadı ve:
"-Benim gönlü de zengin, kendi de zengin sultanım... Burada da mı garipleri serinletiyorsun?!" diye ağlayarak hayır defteri kapanmayan bu mübârek hanıma duâ etti.
Halime DEMİREŞİK
Şebnem dergisi
2 Ağustos 2011 Salı
Göz zinasının namaza olan etkisi
Kulak, göz ve kalp; bunların hepsi ondan sorumludur.’’ ( isra–36)
İnsan vücudunun tepeden tırnağa her hücresine hâkim olan Allah-u Teala her organımıza sınırsız özgürlük vermemiştir. Mesela işitmemiz için kulak vermiş, o kulaktan beynimize gıybet seslerinin iletilmesini yasaklamıştır… Bir mide vermiştir o mideye haram lokma girmesini yasaklamıştır. O haram lokma zemzem de olsa Medine hurması da olsa haram olduktan sonra izin vermemiştir… Oruçluyken sahur-iftar arası helal lokmanın bile mideye girmesine izin vermemiştir… Ve namaz kılan ya da kılmayan her hangi bir oruçluyu ikna edemezsiniz. İftardan önce bir şeyler yemesi mümkün değil…
Midemize hâkim olan Allah-u Teala gözlerimize de hâkim… Gözlere görme melekesi kazandıran Allah-u Teala İnsanlara büyük bir lütufta bulunmuş… Aksi halde güzellikleri göremezdik… Her organımızın helal dairesinde kullanma özgürlüğü vardır. Bu sınırları mülk sahibi belirler. Bizler bu organlarımızı kullanarak ya sevap işleriz ya da günah kazanırız… Güzel yaratılan bir çiçeğe bakarak Allah’ın (c.c) sanatını görür dil organıyla teşekkürlerimizi bildirip sevap kazanırız. Aynı gözü bakılması haram olan bir şeyde kullandığımızda ise haram işlemiş oluruz…
Bakılması haram olan bir şeye bakıp ; ‘Kime ne zararı var ki!‘ demek, Allah’ın (c.c) hükmünü beğenmemek ve Allah’ı gereksiz bir emir vermekle suçlamak olur. (Hâşâ!) Allah (c.c) bir şeye hüküm vermişse bakalım o hükme karşı nasıl bir tavır takınmamızı istiyor;
‘
’ Bununla beraber Allah (c.c) ve Resulü bir işe hükmettiği zaman, gerek mümin bir erkek ve gerekse mümin bir kadın için, o işlerinde başka bir tercih hakkı yoktur. Her kim de Allah (c.c) ve Resulüne asi olursa açık bir sapıklık etmiş olur.’’(Ahzap–36)
‘… Kesinlikle bilen bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?’ ( Maide–50)
Evet… Allah-u Teala hüküm verenlerin en güzeli… Şimdi de Harama bakmanın kalbe olan tesirlerine bakalım;
Kalp doktoru İbn-i Kayyım el-Cevziyye şöyle der: Allah-u Teala gözü kalbin aynası kılmıştır. Göz, bakışını çektiğinde ( Bakışa hâkim olduğunda) kalpte isteklerini ve arzularını çeker ( Bunlara hâkim olur.) Göz, bakışını serbest bıraktığında kalpte arzularını serbest bırakır. Bakış, insanın başına gelen tüm olayların kaynağıdır. Zira bakış bir şeyin aklına gelmesine sebep olur. Akla geliş düşünceyi, düşünce arzu ve istekleri, arzu ve istekler de iradeyi harekete geçirir. Bu ise azmetmeye dönüşür ve sonunda fiil gerçekleşir. Bir engel çıkıp ta engellemediği sürece bu sonuç kaçınılmazdır. Denilmiştir ki: ‘Bakışı indirme konusunda sabır, sonrasında meydana gelecek olan acıya sabretmekten daha kolaydır.’ Şair şöyle der:
Her kötü şeyin kaynağı bir bakıştır
Ateşi büyüten şey kıvılcımı küçümsemek değil mi?
Nice bakışlar vardır kalbine saplanır sahibinin
Yaysız bir oktur sanki
Gözü mutlu eder ama ruha zarar verir
Hoş karşılanacak değildir zararı getiren ( Göz zinası-s,17-polen yayınları.)
‘ İmam İbnu’l Cevzi şöyle der: Bilinmelidir ki göz kalbe haberleri ileten, resimleri ona nakşeden bir habercidir. Böylece kişiyi ahiretle ilgili hayırlı ve faydalı konularda düşünmekten alıkoyan fikirler meşgul etmeye başlar. Bakışı yöneltmek kalpte hevanın oluşmasına sebep olduğu için şeriat, sonuçlarından korkulan şeylerden bakışı çekmeyi emretmiştir.’
Günah potasına giren günah işleyerek çıkar. Önemli olan potaya yaklaşmamaktır… Göz çok net çeken bir fotoğraf makinesidir. Çekilen her bir resim şeytanın arşivine kaydedilir. Eğer bakılan kişi çok güzel-yakışıklı- ise kolay kolay unutulmaz… Bazen namazda bazen Kur’an okurken bazen normal bir ibadet halindeyken resim arşivindeki en güzel resimleri izlettirir bize… Malzeme bizden izlettirmek şeytandan… Çok acı bir durum değil mi?
Kapitalist insanlar tüketimi artırmak için fizik olarak güzel olan bayanları ürün ile birlikte sergilerler… Göz, güzele bakarken bir ihtimal olur da ürünümüzü görürler mantığıyla kızların onuruyla oynarlar… Kızlar da olayı meslek ya da ekmek parası olarak algılarlar… İzlenen program haberler bile olsa göz mankene-spiker-e takılmaz mı? Göz kulaktan daha duyarlı değil midir? Her gün onlarca resim veriyoruz şeytana bundan haberimiz yok…
Namaz öncesi harama bakılmışsa namazın her karesinde o resim sıcağı sıcağına izlenir… Huşu falan olmaz namazda… Taze resim kolay kolay ekrandan düşmez… O sebepten 200 gram gelmeyen gözlerimizle haram işlemeyelim…
Unutmayalım ki, yaz ayları; imanın gözle olan imtihanında bütünlemeye kalma ihtimali yüksek olan aylardır… Allah Gözlerimize hakim olmamızı nasip etsin…(amin)
Feyzullah BİRIŞIK Polen yayınları
İnsan vücudunun tepeden tırnağa her hücresine hâkim olan Allah-u Teala her organımıza sınırsız özgürlük vermemiştir. Mesela işitmemiz için kulak vermiş, o kulaktan beynimize gıybet seslerinin iletilmesini yasaklamıştır… Bir mide vermiştir o mideye haram lokma girmesini yasaklamıştır. O haram lokma zemzem de olsa Medine hurması da olsa haram olduktan sonra izin vermemiştir… Oruçluyken sahur-iftar arası helal lokmanın bile mideye girmesine izin vermemiştir… Ve namaz kılan ya da kılmayan her hangi bir oruçluyu ikna edemezsiniz. İftardan önce bir şeyler yemesi mümkün değil…
Midemize hâkim olan Allah-u Teala gözlerimize de hâkim… Gözlere görme melekesi kazandıran Allah-u Teala İnsanlara büyük bir lütufta bulunmuş… Aksi halde güzellikleri göremezdik… Her organımızın helal dairesinde kullanma özgürlüğü vardır. Bu sınırları mülk sahibi belirler. Bizler bu organlarımızı kullanarak ya sevap işleriz ya da günah kazanırız… Güzel yaratılan bir çiçeğe bakarak Allah’ın (c.c) sanatını görür dil organıyla teşekkürlerimizi bildirip sevap kazanırız. Aynı gözü bakılması haram olan bir şeyde kullandığımızda ise haram işlemiş oluruz…
Bakılması haram olan bir şeye bakıp ; ‘Kime ne zararı var ki!‘ demek, Allah’ın (c.c) hükmünü beğenmemek ve Allah’ı gereksiz bir emir vermekle suçlamak olur. (Hâşâ!) Allah (c.c) bir şeye hüküm vermişse bakalım o hükme karşı nasıl bir tavır takınmamızı istiyor;
‘
’ Bununla beraber Allah (c.c) ve Resulü bir işe hükmettiği zaman, gerek mümin bir erkek ve gerekse mümin bir kadın için, o işlerinde başka bir tercih hakkı yoktur. Her kim de Allah (c.c) ve Resulüne asi olursa açık bir sapıklık etmiş olur.’’(Ahzap–36)
‘… Kesinlikle bilen bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?’ ( Maide–50)
Evet… Allah-u Teala hüküm verenlerin en güzeli… Şimdi de Harama bakmanın kalbe olan tesirlerine bakalım;
Kalp doktoru İbn-i Kayyım el-Cevziyye şöyle der: Allah-u Teala gözü kalbin aynası kılmıştır. Göz, bakışını çektiğinde ( Bakışa hâkim olduğunda) kalpte isteklerini ve arzularını çeker ( Bunlara hâkim olur.) Göz, bakışını serbest bıraktığında kalpte arzularını serbest bırakır. Bakış, insanın başına gelen tüm olayların kaynağıdır. Zira bakış bir şeyin aklına gelmesine sebep olur. Akla geliş düşünceyi, düşünce arzu ve istekleri, arzu ve istekler de iradeyi harekete geçirir. Bu ise azmetmeye dönüşür ve sonunda fiil gerçekleşir. Bir engel çıkıp ta engellemediği sürece bu sonuç kaçınılmazdır. Denilmiştir ki: ‘Bakışı indirme konusunda sabır, sonrasında meydana gelecek olan acıya sabretmekten daha kolaydır.’ Şair şöyle der:
Her kötü şeyin kaynağı bir bakıştır
Ateşi büyüten şey kıvılcımı küçümsemek değil mi?
Nice bakışlar vardır kalbine saplanır sahibinin
Yaysız bir oktur sanki
Gözü mutlu eder ama ruha zarar verir
Hoş karşılanacak değildir zararı getiren ( Göz zinası-s,17-polen yayınları.)
‘ İmam İbnu’l Cevzi şöyle der: Bilinmelidir ki göz kalbe haberleri ileten, resimleri ona nakşeden bir habercidir. Böylece kişiyi ahiretle ilgili hayırlı ve faydalı konularda düşünmekten alıkoyan fikirler meşgul etmeye başlar. Bakışı yöneltmek kalpte hevanın oluşmasına sebep olduğu için şeriat, sonuçlarından korkulan şeylerden bakışı çekmeyi emretmiştir.’
Günah potasına giren günah işleyerek çıkar. Önemli olan potaya yaklaşmamaktır… Göz çok net çeken bir fotoğraf makinesidir. Çekilen her bir resim şeytanın arşivine kaydedilir. Eğer bakılan kişi çok güzel-yakışıklı- ise kolay kolay unutulmaz… Bazen namazda bazen Kur’an okurken bazen normal bir ibadet halindeyken resim arşivindeki en güzel resimleri izlettirir bize… Malzeme bizden izlettirmek şeytandan… Çok acı bir durum değil mi?
Kapitalist insanlar tüketimi artırmak için fizik olarak güzel olan bayanları ürün ile birlikte sergilerler… Göz, güzele bakarken bir ihtimal olur da ürünümüzü görürler mantığıyla kızların onuruyla oynarlar… Kızlar da olayı meslek ya da ekmek parası olarak algılarlar… İzlenen program haberler bile olsa göz mankene-spiker-e takılmaz mı? Göz kulaktan daha duyarlı değil midir? Her gün onlarca resim veriyoruz şeytana bundan haberimiz yok…
Namaz öncesi harama bakılmışsa namazın her karesinde o resim sıcağı sıcağına izlenir… Huşu falan olmaz namazda… Taze resim kolay kolay ekrandan düşmez… O sebepten 200 gram gelmeyen gözlerimizle haram işlemeyelim…
Unutmayalım ki, yaz ayları; imanın gözle olan imtihanında bütünlemeye kalma ihtimali yüksek olan aylardır… Allah Gözlerimize hakim olmamızı nasip etsin…(amin)
Feyzullah BİRIŞIK Polen yayınları
30 Temmuz 2011 Cumartesi
YANLIŞ ŞEHİRLEŞMENİN DOĞURDUĞU BUNALIM
"Tabanda yaygın durumdaki evleri üst üste koydular¸ konforunu da buna göre geliştirdiler ama içindeki insanın ruhu ne oldu acaba? Bugün üzerinde durulması gereken¸ en çok tartışılması ve mutlaka çözüme götürülmesi gereken problem buradadır."
"Tabanda yaygın durumdaki evleri üst üste koydular¸ konforunu da buna göre geliştirdiler ama içindeki insanın ruhu ne oldu acaba? Bugün üzerinde durulması gereken¸ en çok tartışılması ve mutlaka çözüme götürülmesi gereken problem buradadır."
Şehirleşme medenîleşmenin ilk hareket noktası olarak algılanır. Göçebe hayatından yerleşik düzene geçen toplumlar için belki bir anlamda doğrudur. Step kültürünün¸ dağınık¸ cılız ve gelişmeye kapalı yapısından toplumsal hayatın geniş imkânlarına atlayanlar için şehirler tek kurtuluş merkezleridir.
Dağ başında devlet kuramazsın¸ meclis de oluşturamazsın. Ama yerleşik hayata girdiğin zaman farklı kültürlerin ve anlayışların¸ değişik yaşama biçimlerinin bir merkez etrafında kendi değerlerini koruyarak ancak başkalarının yaşama hakkına da saygı göstererek birlikte yaşamayı öğrenirsin. Şehirler¸ kabileden devlete geçişte vazgeçilmez merkezler olarak düşünülmesi gereken yerlerdir…
Ansiklopedilerde şehir¸ "tarım dışında işlerle uğraşan insanların toplanmasıyla meydana gelen iktisadî¸ demografik ve sosyolojik bir karmaşadır" diye tanımlanır. "Karmaşa" ifadesiyle şehrin gerçek alt kimliği anlatılmış olmaktadır. Öyle ya¸ şehirler homojen bir kitleyi bünyesinde barındırmaz. Şehir¸ tecrit edilmiş bir organizma olmadığı için farklı kültürden¸ ırktan ve dinden insanları bir araya getirerek birlikte yaşamayı öğretir. Ürün hizmet ve insan mübadelesinin merkezi olan şehirlerde¸ kültürel farklılığı zenginlik olarak algılayabileceğiniz gibi¸ kozmopolitlik olarak da görebilirsiniz. Bu farklılıkların birbirine tahammülü ve birbirini terbiye edip etkileşimini herhangi bir ağır tahribat yapmadan sindirmesine bağlıdır. Bunları kazasız belasız gerçekleştirdiğiniz zaman zenginlik¸ birbirinin sınırlarına tecavüz olarak gördüğünüz zaman kozmopolitlik olur…Tarih bunun yığınla örnekleriyle doludur…
Günümüzün şehirleri ile geçmişin¸ ülkemiz için düşünürsek¸ çok değil¸ elli yıl öncesinin şehirleri arasında büyük farklılıklar görürüz. Yakın zamana kadar şehirler geleneksel yapı tarzının zorunlu kıldığı iç içe geçmiş daracık sokaklarla birbirinin uhreviyetini paylaşan bir aile sofrası gibiydi. Herkes birbirinin yoksulluğunu da¸ zenginliğini de paylaşıyordu. Komşular birbirlerinin nefes alış-verişlerinden haberdardı. Birbirlerinin sıkıntılarına ortak olarak azaltır¸ sevinçlerini bölüşerek çoğaltırlardı. Mahalledeki evler sanki bir kocaman bedenin küçük uzuvları gibiydi. Buna rağmen¸ mahremiyet çok önemli bir unsur olarak algılanır¸ evlerin pencereleri avlunun içine açılırdı. Selçuklu'dan itibaren Osmanlı'nın son asrına kadar bu¸ böyle devam edegelmiştir. Birbirinden haberli olarak yaşamak¸ birbirinin sıkıntılarını paylaşmak ve birbirine güven unsuru olabilmek için sırt sırta yapılan evler¸ bizim yaşama biçimimizin kolektif şuur halindeki fotoğrafını gösterir.
Batı¸ yayılmacılığı ülkemizi işgaline alabilmek için önce evlerimizden işe başladı…Nakledilir; İstanbul'da yirmi yıl görev yapan bir İngiliz diplomat ülkesine döndüğünde¸ Batı hesabına orada istenilenleri yapamadığından dolayı hayli suçlanır. O da¸ bunlara verdiği cevabında¸ Batılı'nın üzerimizdeki niyetinin net bir fotoğrafını ortaya koyar:
"-Beyler¸ Osmanlı'da evlerin pencereleri kesinlikle caddeye bakmazdı. Onlar ailenin mahremiyetini koruyabilmek için evlerini bir bahçe içerisinde inşa ederler. Pencereler bu bahçeye açılır. Bahçe duvarları yüksek olduğu için de dışarıyla irtibatı olmazdı. Ben onların bu mahremiyet duvarlarını yıktım ve pencerelerini sokağa açarak¸ bize benzemeleri yönünde oldukça önemli bir adımı atmış oldum... Artık ailenin içine yabancı gözü girecektir. Bu da¸ değişimi (daha doğrusu çözülmeyi) hızlandıracaktır!.."
Nüfusun hızlı artışı¸ ihtiyaçların çeşitlilik kazanması¸ konforun hayatımızın vazgeçilmez temel unsuru haline gelmesi¸ şehirlerin ana karakterini de değiştirmeye başladı. Bugün bir eski mahalleyi rahatlıkla çok katlı bir apartmana yerleştirerek büyük alanlar ortaya çıkarılabilmektedir. Daracık ve çıkmaz sokaklar hayatımızdan tamamen çekilmiş durumdadır. Bulvarların getirdiği rahat ulaşım imkânı şehirleşmede yeni arayışların önünü de açmış bulunuyor… Fosseptik çukurundan kanalizasyona¸ kuyu suyundan şebeke sistemine¸ çevirmeli ve hatlı telefondan tuşlu ve cep telefonuna¸ pilli radyodan televizyona¸ kömürlü ütüden elektrikli ütüye¸ at arabasından otomobile geçen şehir insanı¸ bu baş döndürücü değişimle yetinmeyeceğe benzemektedir…Ancak her yeniliğin cazibesi¸ hayatımıza girdiği hızı kadar devam eder. İnsanın fıtratındaki yeniliklere açık doyumsuzluk¸ ister istemez yeni kapıları zorlayacaktır…
Bütün bunlar şehir sosyolojisi içerisinde aslında alanın uzmanları ve şehri yönetenlerin çözüme götürmeleri gereken bir yığın sorunları da beraberinde getirmektedir. Tabanda yaygın durumdaki evleri üst üste koydular¸ konforunu da buna göre geliştirdiler ama içindeki insanın ruhu ne oldu acaba? Bugün üzerinde durulması gereken¸ en çok tartışılması ve mutlaka çözüme götürülmesi gereken problem buradadır. Aynı apartmanda oturduğunun farkına varmadan yaşayan yığınların kederde ve kıvançta ortaklığı da bitirilmek üzeredir. Hatta bu yalnızca onunla kalmamakta aile içi çözülmeyi de hızlandırmaktadır; "Senin zamanında öyleydi?" diyerek ailesine kafa tutarak tavırsız bir vaziyette yaşamak isteyen yeni neslin bunalımı ailenin değil¸ ülkenin ciddi meselesi haline gelmektedir. Çünkü bu şehirleşme hayatımızın oturduğu temel değerlerin sarsılmasından doğan ruhsuz konfor uğruna yaşanmaktadır… Artık¸ kontrolden çıkan nesiller sorumluluktan da kaçmaktadır. İş başa düştüğü zaman da tecrübesizlik başına iş açmakta ve düştüğü bunalımdan kurtulamayarak¸ uyuşturucu gibi çözümsüz bağımlılıklara kaymaktadır. Roma'yı bu tavır sapması yıkmıştı…Batıda da bugün bunun benzer sancıları yaşanmaktadır…
"Sabır¸ kanaat¸ paylaşım" gibi insanı erdemliliğe götüren tavır yerine¸ "acelecilik¸ doyumsuzluk ve bencillikle" beslenen yeni liberal insan tipi yüzünden devletler¸ derebeylikler dönemindeki gibi saldırgan ve yağmacı duruma dönüşmüşlerdir. Güçlü olan¸ zayıf olanın yeraltı ve yerüstü zenginliğini elinden alabilmek için üzerine abanmaktadır. İşin acı veren tarafı¸ şehirlere yığılmış insanları doyurabilmek için yapılan bu planlamalar¸ yine şehirleri yok ederek elde edilmek istenmektedir. Amerika'nın 1945'te Hiroşima ve Nagazaki'ye attığı bombalar bu tavrın acı bilançosunu hafızalarımızdan silmemiştir. Artık savaşlar geniş kırsal alanlarda değil¸ şehirlerde yapılmaktadır. Bir ülkenin başşehrini kontrolünüze aldınız mı¸ ülke sizin oluyor demektir. Bağdat'ın işgali bunun tipik bir örneğidir. Meselemiz bu konular değil. Onun için bu hususların detayına inmeyeceğiz.
Şehirleri kurmaktan daha zor hale gelen¸ onu kullanmak ve korumaktır. Şimdi bu durum¸ ciddi sıkıntılar doğurmaya başladı. Şehir kültürü¸ kendi hafızasından uzaklaşarak¸ sıradanlığın altına indi. Bu yüzdendir ki¸ şehirlere yönetici seçen siyasal mantığın hareket noktası¸ şehri tanıyan¸ şehir insanın ihtiyaçlarını bilen¸ şehri bir medeniyetin ana dilimi olarak görüp ona göre geliştirecek yetenekte insanları değil de¸ devletin paralarını verecekleri yüzeysel altyapı hizmetlerine belli doğrultularda harcayacak insanlar seçme anlayışına kaydırılmıştır. Son bir asırdan bu yana bizdeki uygulama böyledir. Zaten işleri¸ kendi sosyal disiplini içerisinde ele alıp yürütseydiler¸ şehirlerdeki karmaşa ve çözümsüzlük bu hale gelmezdi... Oy için izinsiz ve çarpık yapılaşmaya¸ daha doğrusu gecekonduya göz yuman siyasal irade¸ daha sonra buna altyapı hizmetini götürürken¸ şehirleri böyle bir virüs korsesine hapsettiğinin ve şehir kültürüyle birlikte medeniyetimizin ana unsurlarını da dinamitlediğinin farkında değildir…
Sonuç itibariyle şu hususun altını çizmekte fayda vardır:
Şehirleşme medenîleşmenin ilk hareket noktasıdır. Bundan kaçmak¸ kendimizi geçmişimizin yetersizliklerine hapsetmek olur. Eskiden şehirler sınırlı da olsa¸ akrabalık ilişkileriyle güçlendirilmiş homojen bir kitleye dayanıyordu. Artan göçler bu yapıyı bozdu. Bozmaya da devam etmektedir. Yüzlerce yıllık bir yaşama biçiminin değiştirilmesinde elbette sıkıntılar olacaktır. Bunları da göğüslemek durumundayız. Türkiye şehirleşmeyi¸ yeniden yapılanma ve kendi içinde bütünleşmeye doğru götürebilirse¸ yeni bir medeniyet krizine düşmeden gelişmesini sürdürebilir. Bunu başaramazsa¸ sıkıntıların nefret duygularını körüklediği bir karmaşık insan yığınıyla şehirlerdeki sosyal bunalım ve patlamalar da artabilir. Şehirleşmenin yol haritasındaki gizlenmiş mayınlar bence bunlardır…
Muhsin İyas SUBAŞI Somuncu baba ilim kültür ve edebiyat dergisi
|
"Tabanda yaygın durumdaki evleri üst üste koydular¸ konforunu da buna göre geliştirdiler ama içindeki insanın ruhu ne oldu acaba? Bugün üzerinde durulması gereken¸ en çok tartışılması ve mutlaka çözüme götürülmesi gereken problem buradadır."
Şehirleşme medenîleşmenin ilk hareket noktası olarak algılanır. Göçebe hayatından yerleşik düzene geçen toplumlar için belki bir anlamda doğrudur. Step kültürünün¸ dağınık¸ cılız ve gelişmeye kapalı yapısından toplumsal hayatın geniş imkânlarına atlayanlar için şehirler tek kurtuluş merkezleridir.
Dağ başında devlet kuramazsın¸ meclis de oluşturamazsın. Ama yerleşik hayata girdiğin zaman farklı kültürlerin ve anlayışların¸ değişik yaşama biçimlerinin bir merkez etrafında kendi değerlerini koruyarak ancak başkalarının yaşama hakkına da saygı göstererek birlikte yaşamayı öğrenirsin. Şehirler¸ kabileden devlete geçişte vazgeçilmez merkezler olarak düşünülmesi gereken yerlerdir…
Ansiklopedilerde şehir¸ "tarım dışında işlerle uğraşan insanların toplanmasıyla meydana gelen iktisadî¸ demografik ve sosyolojik bir karmaşadır" diye tanımlanır. "Karmaşa" ifadesiyle şehrin gerçek alt kimliği anlatılmış olmaktadır. Öyle ya¸ şehirler homojen bir kitleyi bünyesinde barındırmaz. Şehir¸ tecrit edilmiş bir organizma olmadığı için farklı kültürden¸ ırktan ve dinden insanları bir araya getirerek birlikte yaşamayı öğretir. Ürün hizmet ve insan mübadelesinin merkezi olan şehirlerde¸ kültürel farklılığı zenginlik olarak algılayabileceğiniz gibi¸ kozmopolitlik olarak da görebilirsiniz. Bu farklılıkların birbirine tahammülü ve birbirini terbiye edip etkileşimini herhangi bir ağır tahribat yapmadan sindirmesine bağlıdır. Bunları kazasız belasız gerçekleştirdiğiniz zaman zenginlik¸ birbirinin sınırlarına tecavüz olarak gördüğünüz zaman kozmopolitlik olur…Tarih bunun yığınla örnekleriyle doludur…
Günümüzün şehirleri ile geçmişin¸ ülkemiz için düşünürsek¸ çok değil¸ elli yıl öncesinin şehirleri arasında büyük farklılıklar görürüz. Yakın zamana kadar şehirler geleneksel yapı tarzının zorunlu kıldığı iç içe geçmiş daracık sokaklarla birbirinin uhreviyetini paylaşan bir aile sofrası gibiydi. Herkes birbirinin yoksulluğunu da¸ zenginliğini de paylaşıyordu. Komşular birbirlerinin nefes alış-verişlerinden haberdardı. Birbirlerinin sıkıntılarına ortak olarak azaltır¸ sevinçlerini bölüşerek çoğaltırlardı. Mahalledeki evler sanki bir kocaman bedenin küçük uzuvları gibiydi. Buna rağmen¸ mahremiyet çok önemli bir unsur olarak algılanır¸ evlerin pencereleri avlunun içine açılırdı. Selçuklu'dan itibaren Osmanlı'nın son asrına kadar bu¸ böyle devam edegelmiştir. Birbirinden haberli olarak yaşamak¸ birbirinin sıkıntılarını paylaşmak ve birbirine güven unsuru olabilmek için sırt sırta yapılan evler¸ bizim yaşama biçimimizin kolektif şuur halindeki fotoğrafını gösterir.
Batı¸ yayılmacılığı ülkemizi işgaline alabilmek için önce evlerimizden işe başladı…Nakledilir; İstanbul'da yirmi yıl görev yapan bir İngiliz diplomat ülkesine döndüğünde¸ Batı hesabına orada istenilenleri yapamadığından dolayı hayli suçlanır. O da¸ bunlara verdiği cevabında¸ Batılı'nın üzerimizdeki niyetinin net bir fotoğrafını ortaya koyar:
"-Beyler¸ Osmanlı'da evlerin pencereleri kesinlikle caddeye bakmazdı. Onlar ailenin mahremiyetini koruyabilmek için evlerini bir bahçe içerisinde inşa ederler. Pencereler bu bahçeye açılır. Bahçe duvarları yüksek olduğu için de dışarıyla irtibatı olmazdı. Ben onların bu mahremiyet duvarlarını yıktım ve pencerelerini sokağa açarak¸ bize benzemeleri yönünde oldukça önemli bir adımı atmış oldum... Artık ailenin içine yabancı gözü girecektir. Bu da¸ değişimi (daha doğrusu çözülmeyi) hızlandıracaktır!.."
Nüfusun hızlı artışı¸ ihtiyaçların çeşitlilik kazanması¸ konforun hayatımızın vazgeçilmez temel unsuru haline gelmesi¸ şehirlerin ana karakterini de değiştirmeye başladı. Bugün bir eski mahalleyi rahatlıkla çok katlı bir apartmana yerleştirerek büyük alanlar ortaya çıkarılabilmektedir. Daracık ve çıkmaz sokaklar hayatımızdan tamamen çekilmiş durumdadır. Bulvarların getirdiği rahat ulaşım imkânı şehirleşmede yeni arayışların önünü de açmış bulunuyor… Fosseptik çukurundan kanalizasyona¸ kuyu suyundan şebeke sistemine¸ çevirmeli ve hatlı telefondan tuşlu ve cep telefonuna¸ pilli radyodan televizyona¸ kömürlü ütüden elektrikli ütüye¸ at arabasından otomobile geçen şehir insanı¸ bu baş döndürücü değişimle yetinmeyeceğe benzemektedir…Ancak her yeniliğin cazibesi¸ hayatımıza girdiği hızı kadar devam eder. İnsanın fıtratındaki yeniliklere açık doyumsuzluk¸ ister istemez yeni kapıları zorlayacaktır…
Bütün bunlar şehir sosyolojisi içerisinde aslında alanın uzmanları ve şehri yönetenlerin çözüme götürmeleri gereken bir yığın sorunları da beraberinde getirmektedir. Tabanda yaygın durumdaki evleri üst üste koydular¸ konforunu da buna göre geliştirdiler ama içindeki insanın ruhu ne oldu acaba? Bugün üzerinde durulması gereken¸ en çok tartışılması ve mutlaka çözüme götürülmesi gereken problem buradadır. Aynı apartmanda oturduğunun farkına varmadan yaşayan yığınların kederde ve kıvançta ortaklığı da bitirilmek üzeredir. Hatta bu yalnızca onunla kalmamakta aile içi çözülmeyi de hızlandırmaktadır; "Senin zamanında öyleydi?" diyerek ailesine kafa tutarak tavırsız bir vaziyette yaşamak isteyen yeni neslin bunalımı ailenin değil¸ ülkenin ciddi meselesi haline gelmektedir. Çünkü bu şehirleşme hayatımızın oturduğu temel değerlerin sarsılmasından doğan ruhsuz konfor uğruna yaşanmaktadır… Artık¸ kontrolden çıkan nesiller sorumluluktan da kaçmaktadır. İş başa düştüğü zaman da tecrübesizlik başına iş açmakta ve düştüğü bunalımdan kurtulamayarak¸ uyuşturucu gibi çözümsüz bağımlılıklara kaymaktadır. Roma'yı bu tavır sapması yıkmıştı…Batıda da bugün bunun benzer sancıları yaşanmaktadır…
"Sabır¸ kanaat¸ paylaşım" gibi insanı erdemliliğe götüren tavır yerine¸ "acelecilik¸ doyumsuzluk ve bencillikle" beslenen yeni liberal insan tipi yüzünden devletler¸ derebeylikler dönemindeki gibi saldırgan ve yağmacı duruma dönüşmüşlerdir. Güçlü olan¸ zayıf olanın yeraltı ve yerüstü zenginliğini elinden alabilmek için üzerine abanmaktadır. İşin acı veren tarafı¸ şehirlere yığılmış insanları doyurabilmek için yapılan bu planlamalar¸ yine şehirleri yok ederek elde edilmek istenmektedir. Amerika'nın 1945'te Hiroşima ve Nagazaki'ye attığı bombalar bu tavrın acı bilançosunu hafızalarımızdan silmemiştir. Artık savaşlar geniş kırsal alanlarda değil¸ şehirlerde yapılmaktadır. Bir ülkenin başşehrini kontrolünüze aldınız mı¸ ülke sizin oluyor demektir. Bağdat'ın işgali bunun tipik bir örneğidir. Meselemiz bu konular değil. Onun için bu hususların detayına inmeyeceğiz.
Şehirleri kurmaktan daha zor hale gelen¸ onu kullanmak ve korumaktır. Şimdi bu durum¸ ciddi sıkıntılar doğurmaya başladı. Şehir kültürü¸ kendi hafızasından uzaklaşarak¸ sıradanlığın altına indi. Bu yüzdendir ki¸ şehirlere yönetici seçen siyasal mantığın hareket noktası¸ şehri tanıyan¸ şehir insanın ihtiyaçlarını bilen¸ şehri bir medeniyetin ana dilimi olarak görüp ona göre geliştirecek yetenekte insanları değil de¸ devletin paralarını verecekleri yüzeysel altyapı hizmetlerine belli doğrultularda harcayacak insanlar seçme anlayışına kaydırılmıştır. Son bir asırdan bu yana bizdeki uygulama böyledir. Zaten işleri¸ kendi sosyal disiplini içerisinde ele alıp yürütseydiler¸ şehirlerdeki karmaşa ve çözümsüzlük bu hale gelmezdi... Oy için izinsiz ve çarpık yapılaşmaya¸ daha doğrusu gecekonduya göz yuman siyasal irade¸ daha sonra buna altyapı hizmetini götürürken¸ şehirleri böyle bir virüs korsesine hapsettiğinin ve şehir kültürüyle birlikte medeniyetimizin ana unsurlarını da dinamitlediğinin farkında değildir…
Sonuç itibariyle şu hususun altını çizmekte fayda vardır:
Şehirleşme medenîleşmenin ilk hareket noktasıdır. Bundan kaçmak¸ kendimizi geçmişimizin yetersizliklerine hapsetmek olur. Eskiden şehirler sınırlı da olsa¸ akrabalık ilişkileriyle güçlendirilmiş homojen bir kitleye dayanıyordu. Artan göçler bu yapıyı bozdu. Bozmaya da devam etmektedir. Yüzlerce yıllık bir yaşama biçiminin değiştirilmesinde elbette sıkıntılar olacaktır. Bunları da göğüslemek durumundayız. Türkiye şehirleşmeyi¸ yeniden yapılanma ve kendi içinde bütünleşmeye doğru götürebilirse¸ yeni bir medeniyet krizine düşmeden gelişmesini sürdürebilir. Bunu başaramazsa¸ sıkıntıların nefret duygularını körüklediği bir karmaşık insan yığınıyla şehirlerdeki sosyal bunalım ve patlamalar da artabilir. Şehirleşmenin yol haritasındaki gizlenmiş mayınlar bence bunlardır…
Muhsin İyas SUBAŞI Somuncu baba ilim kültür ve edebiyat dergisi
|
TEMİZLİK TERTİP VE DÜZEN
Ev bizim evimizdir. Yuva bizim yuvamızdır ve bizlere yakışır şekilde olmalıdır. Tertip¸ düzen ve temizlik eşyanın lüks ve çokluğuyla alakalı değil¸ bizim ruh dünyamızın zenginliği¸ duygu ve hassasiyetimizin varlığı¸ estetik anlayışımızın düzgünlüğü¸ temizliğin imanımızdaki yeri ile alakalıdır.
Ev hanımı da olsak¸ çalışıyor da olsak¸ öğrenci de olsak tertipli-düzenli olmalıyız. Dağınık¸ düzensiz¸ pasaklı asla olmamalıyız. Yaptığımız iş çok güzel de olsa dağınıklık ve pasaklılık o işin kıymetini ve değerini alır¸ götürür. Elbise veya ev temizliği denilince¸ lüks ve pahalılık anlaşılmamalıdır. Sadeliğin kendine has bir güzelliği ve olgunluğu vardır. Nice yeni eşyalar almaya gücü yetmeyen fakir insanlar evlerini öyle tertip ve düzen içerisinde tanzim etmişlerdir ki¸ içeri girildiğinde insanın içini açar¸ orada yaşayanlara ayrı bir ferahlık verir. Ve nice maddî durumu iyi¸ kabiliyetli ve zekî insanlar da vardır ki¸ dağınıklıkları¸ düzensizlikleri ve pasaklılıkları yüzünden hiçbir işte başarılı olamazlar. "Eskiler erdemin ışığı ile ortalığı aydınlatması için önce devlet işlerini yoluna koyarlardı. Devlet işlerini yoluna koyabilmek için de önce ev işlerini yoluna koyarlardı. Ev işlerini yoluna koyabilmek için kendi kendilerine çekidüzen verirlerdi. Kendilerine çekidüzen verebilmek için önce düşüncelerini yoluna koyarlardı. Düşüncelerini yoluna koyabilmek için ise önce bilgi eksikliklerini giderirlerdi." (Konfüçyüs)
Evlerimiz her zaman tertipli¸ düzenli ve temiz olmalıdır. Her an çok önemli bir misafirimiz gelecek gibi tedbirli olmalıyız. Günün ne getireceği belli olmaz. Ola ki hiç beklemediğimiz bir zamanda¸ hiç ummadığımız bir misafir kapımızı çalabilir. Atalarımız: " Aslan yattığı yerden belli olur." diyerek konunun önemini vurgulamışlardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de evlerin temizliğine büyük önem vermiş ve; "Allah güzeldir ve güzeli sever¸ cömerttir ve cömerdi sever¸ kerimdir ve kerimi sever¸ temizdir ve temizi sever. Evlerinizin çevresini temizleyin..." (Tirmizi¸ edeb 41) buyurmuşlardır. Elbette çocukların hali ve çocuklu evlerin durumu az-çok bilinir. Ancak bu durum sürekli ihmal edilmeye sebep gösterilerek pasaklılık ve dağınıklık alışkanlık haline getirilmemelidir. Evde sağlığa uygun bir ortamın varlığı muhafaza edilmelidir.
İnsanlar yaşadıkları mekanları temiz ve estetik yönünden göze hoş gelecek şekilde dizayn ve muhafaza etmelidir. Ayrıca Allahu Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de içinde kendi adının anıldığı evlerde bir nur olduğunu haber vermiştir. (Nur suresi¸ 36) Bu sebepledir ki¸
iman edenlerin yaşadıkları¸ çalıştıkları¸ bir araya gelip ibadet ettikleri¸ Allah'ı zikrettikleri tüm mekânlar birer mescit niteliğindedir ve oralarda Allah'ın nuru bulunmaktadır. Allah'ın adının anıldığı her yer temiz olmak zorundadır.
Kur'an-ı Kerim'de cennette bulunan insanların durumlarının bildirildiği bir ayette: "Sanki (her biri) sedefte saklı inci gibi tertemiz¸ pırıl pırıl" oldukları haber verilmiştir. (Tur suresi¸24). Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in hadislerinde ise:"İslâm temizdir. O halde siz de temizleniniz¸ zira cennete ancak temiz olanlar girer." (Keşfü'l-hafa¸1¸288) Ayrıca¸ "vücutlarınızı temiz tutunuz; Allah¸ sizi temiz kullarından eylesin." (muhtar-ul Ehadis 737). Yine bir başka hadiste¸ "Elbiselerinizi yıkayınız¸ traş olunuz¸ dişlerinizi temiz tutunuz¸ güzel ve temiz olunuz."buyrulmaktadır. Bu ayet ve hadisler doğrultusunda kişisel bakım ve temizliğimize ne denli önem vermemiz gerektiği apaçık ortadadır.
Toplu kalınan yerlerdeki tertip ve düzen¸ kul hakkı açısından bakıldığında da çok önemlidir. Düzensiz ve dağınık yaşayanlar diğer insanları rahatsız eder. Dağınıklık ince düşünceli ve hassas insanlarda huzursuzluğa sebebiyet verir. Dağınık insan kendi halinden rahatsız olmayabilir. Lakin bu dağınıklık bir başkasını rahatsız ediyor ve onda gerilim yapıyorsa¸ buna sebebiyet veren insan kul hakkına girmiş olur. Bir gün Peygamberimiz (s.a.v.) bir mezarın kazılması sırasında elinde kazma bulunan şahsa işaret ederek; "Şuraya iki kazma vursanız" gibi bir söz söyler. O sahabe ise¸ "Bu şekilde kalmasının bir mahzuru mu var Ya Resulallah?" deyince¸ Efendimiz:" gözü tırmalıyor." buyurur. Bazı insanlar ise "başkası yapsın " veya "bana ne" duygusuyla hareket eder¸ vurdumduymaz davranarak işin ucundan tutmaz. Bu durum¸ karşısındaki insanlara hakaret ve çok büyük saygısızlık¸ aynı zamanda kul hakkına riayet etmemektir. İç ve dış temizlik İslâm'ın emirlerinden olup¸ kendimizin¸ çocuklarımızın¸ evimizin ve çevremizin temizliğine ve düzenine çok dikkat etmeliyiz. Ancak; aşırı tertipli ve düzenli olmak adına¸ hastalık haline getirmemeliyiz. Mü'minin bedeni elbisesi¸ evi¸ işyeri¸ bulunduğu ortam temiz ve görüntüsü göze hitap etmelidir. Görenin gönlüne ferahlık¸ içine girene huzur vermelidir. Bu durum aile fertlerimizin ve çevremizin sağlık ve sıhhati¸ huzur ve mutluluğu¸ birlik ve beraberliği açısından son derece önemlidir. Mü'min her zaman her şeyiyle örnek olmalıdır. Hal ve hareketleriyle¸ konuşmasıyla¸ cana yakınlığıyla¸ güler yüzüyle¸ kullandığı ifadelerle¸ giyiminin düzgünlüğü¸ endamının uyumluluğu ve olgunluğu açısından takdir toplamalıdır. Zevk anlayışı ve fıtrata güzel gelen şeyleri seçiciliğiyle¸ dostluğu aranılır insan olmalıdır.
Bir insanın çocukluktan itibaren düzenli bir hayata alıştırılması¸ gelecekte alacağı sorumlulukları tam olarak yerine getirmesi açısından çok önemlidir. Çocuğun içinde yaşadığı ailenin bir kuralı¸ düzeni varsa ve çocuk büyüklerinden bir nizam ve intizam görüyorsa onun hayatı da evde ve dış çevrede düzenli olarak devam eder. Aksi takdirde bu durum onların ruhlarına işler¸ evden aldığı uyumsuzluğu ve düzensizliği gittiği yere götürür ve hep huzursuzluk kaynağı olur. İnsan kendisini takvime ve saate göre programlı bir hayata alıştırmışsa¸ o insan bulunduğu yerin tertip ve düzeni konusunda da hassas davranır. Bu durum davranışlarından ibadetlerine kadar her şeye yansıyacaktır.
Ev bizim evimizdir. Yuva bizim yuvamızdır ve bizlere yakışır şekilde olmalıdır. Tertip¸ düzen ve temizlik eşyanın lüks ve çokluğuyla alakalı değil¸ bizim ruh dünyamızın zenginliği¸ duygu ve hassasiyetimizin varlığı¸ estetik anlayışımızın düzgünlüğü¸ temizliğin imanımızdaki yeri ile alakalıdır.
| Kevser BAKİ somuncu baba ilim kültür ve edebiyat dergisi
Ev hanımı da olsak¸ çalışıyor da olsak¸ öğrenci de olsak tertipli-düzenli olmalıyız. Dağınık¸ düzensiz¸ pasaklı asla olmamalıyız. Yaptığımız iş çok güzel de olsa dağınıklık ve pasaklılık o işin kıymetini ve değerini alır¸ götürür. Elbise veya ev temizliği denilince¸ lüks ve pahalılık anlaşılmamalıdır. Sadeliğin kendine has bir güzelliği ve olgunluğu vardır. Nice yeni eşyalar almaya gücü yetmeyen fakir insanlar evlerini öyle tertip ve düzen içerisinde tanzim etmişlerdir ki¸ içeri girildiğinde insanın içini açar¸ orada yaşayanlara ayrı bir ferahlık verir. Ve nice maddî durumu iyi¸ kabiliyetli ve zekî insanlar da vardır ki¸ dağınıklıkları¸ düzensizlikleri ve pasaklılıkları yüzünden hiçbir işte başarılı olamazlar. "Eskiler erdemin ışığı ile ortalığı aydınlatması için önce devlet işlerini yoluna koyarlardı. Devlet işlerini yoluna koyabilmek için de önce ev işlerini yoluna koyarlardı. Ev işlerini yoluna koyabilmek için kendi kendilerine çekidüzen verirlerdi. Kendilerine çekidüzen verebilmek için önce düşüncelerini yoluna koyarlardı. Düşüncelerini yoluna koyabilmek için ise önce bilgi eksikliklerini giderirlerdi." (Konfüçyüs)
Evlerimiz her zaman tertipli¸ düzenli ve temiz olmalıdır. Her an çok önemli bir misafirimiz gelecek gibi tedbirli olmalıyız. Günün ne getireceği belli olmaz. Ola ki hiç beklemediğimiz bir zamanda¸ hiç ummadığımız bir misafir kapımızı çalabilir. Atalarımız: " Aslan yattığı yerden belli olur." diyerek konunun önemini vurgulamışlardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de evlerin temizliğine büyük önem vermiş ve; "Allah güzeldir ve güzeli sever¸ cömerttir ve cömerdi sever¸ kerimdir ve kerimi sever¸ temizdir ve temizi sever. Evlerinizin çevresini temizleyin..." (Tirmizi¸ edeb 41) buyurmuşlardır. Elbette çocukların hali ve çocuklu evlerin durumu az-çok bilinir. Ancak bu durum sürekli ihmal edilmeye sebep gösterilerek pasaklılık ve dağınıklık alışkanlık haline getirilmemelidir. Evde sağlığa uygun bir ortamın varlığı muhafaza edilmelidir.
İnsanlar yaşadıkları mekanları temiz ve estetik yönünden göze hoş gelecek şekilde dizayn ve muhafaza etmelidir. Ayrıca Allahu Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de içinde kendi adının anıldığı evlerde bir nur olduğunu haber vermiştir. (Nur suresi¸ 36) Bu sebepledir ki¸
iman edenlerin yaşadıkları¸ çalıştıkları¸ bir araya gelip ibadet ettikleri¸ Allah'ı zikrettikleri tüm mekânlar birer mescit niteliğindedir ve oralarda Allah'ın nuru bulunmaktadır. Allah'ın adının anıldığı her yer temiz olmak zorundadır.
Kur'an-ı Kerim'de cennette bulunan insanların durumlarının bildirildiği bir ayette: "Sanki (her biri) sedefte saklı inci gibi tertemiz¸ pırıl pırıl" oldukları haber verilmiştir. (Tur suresi¸24). Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in hadislerinde ise:"İslâm temizdir. O halde siz de temizleniniz¸ zira cennete ancak temiz olanlar girer." (Keşfü'l-hafa¸1¸288) Ayrıca¸ "vücutlarınızı temiz tutunuz; Allah¸ sizi temiz kullarından eylesin." (muhtar-ul Ehadis 737). Yine bir başka hadiste¸ "Elbiselerinizi yıkayınız¸ traş olunuz¸ dişlerinizi temiz tutunuz¸ güzel ve temiz olunuz."buyrulmaktadır. Bu ayet ve hadisler doğrultusunda kişisel bakım ve temizliğimize ne denli önem vermemiz gerektiği apaçık ortadadır.
Toplu kalınan yerlerdeki tertip ve düzen¸ kul hakkı açısından bakıldığında da çok önemlidir. Düzensiz ve dağınık yaşayanlar diğer insanları rahatsız eder. Dağınıklık ince düşünceli ve hassas insanlarda huzursuzluğa sebebiyet verir. Dağınık insan kendi halinden rahatsız olmayabilir. Lakin bu dağınıklık bir başkasını rahatsız ediyor ve onda gerilim yapıyorsa¸ buna sebebiyet veren insan kul hakkına girmiş olur. Bir gün Peygamberimiz (s.a.v.) bir mezarın kazılması sırasında elinde kazma bulunan şahsa işaret ederek; "Şuraya iki kazma vursanız" gibi bir söz söyler. O sahabe ise¸ "Bu şekilde kalmasının bir mahzuru mu var Ya Resulallah?" deyince¸ Efendimiz:" gözü tırmalıyor." buyurur. Bazı insanlar ise "başkası yapsın " veya "bana ne" duygusuyla hareket eder¸ vurdumduymaz davranarak işin ucundan tutmaz. Bu durum¸ karşısındaki insanlara hakaret ve çok büyük saygısızlık¸ aynı zamanda kul hakkına riayet etmemektir. İç ve dış temizlik İslâm'ın emirlerinden olup¸ kendimizin¸ çocuklarımızın¸ evimizin ve çevremizin temizliğine ve düzenine çok dikkat etmeliyiz. Ancak; aşırı tertipli ve düzenli olmak adına¸ hastalık haline getirmemeliyiz. Mü'minin bedeni elbisesi¸ evi¸ işyeri¸ bulunduğu ortam temiz ve görüntüsü göze hitap etmelidir. Görenin gönlüne ferahlık¸ içine girene huzur vermelidir. Bu durum aile fertlerimizin ve çevremizin sağlık ve sıhhati¸ huzur ve mutluluğu¸ birlik ve beraberliği açısından son derece önemlidir. Mü'min her zaman her şeyiyle örnek olmalıdır. Hal ve hareketleriyle¸ konuşmasıyla¸ cana yakınlığıyla¸ güler yüzüyle¸ kullandığı ifadelerle¸ giyiminin düzgünlüğü¸ endamının uyumluluğu ve olgunluğu açısından takdir toplamalıdır. Zevk anlayışı ve fıtrata güzel gelen şeyleri seçiciliğiyle¸ dostluğu aranılır insan olmalıdır.
Bir insanın çocukluktan itibaren düzenli bir hayata alıştırılması¸ gelecekte alacağı sorumlulukları tam olarak yerine getirmesi açısından çok önemlidir. Çocuğun içinde yaşadığı ailenin bir kuralı¸ düzeni varsa ve çocuk büyüklerinden bir nizam ve intizam görüyorsa onun hayatı da evde ve dış çevrede düzenli olarak devam eder. Aksi takdirde bu durum onların ruhlarına işler¸ evden aldığı uyumsuzluğu ve düzensizliği gittiği yere götürür ve hep huzursuzluk kaynağı olur. İnsan kendisini takvime ve saate göre programlı bir hayata alıştırmışsa¸ o insan bulunduğu yerin tertip ve düzeni konusunda da hassas davranır. Bu durum davranışlarından ibadetlerine kadar her şeye yansıyacaktır.
Ev bizim evimizdir. Yuva bizim yuvamızdır ve bizlere yakışır şekilde olmalıdır. Tertip¸ düzen ve temizlik eşyanın lüks ve çokluğuyla alakalı değil¸ bizim ruh dünyamızın zenginliği¸ duygu ve hassasiyetimizin varlığı¸ estetik anlayışımızın düzgünlüğü¸ temizliğin imanımızdaki yeri ile alakalıdır.
| Kevser BAKİ somuncu baba ilim kültür ve edebiyat dergisi
İNSANÎ İLİŞKİLERDE ÖLÇÜ NASIL OLMALI?
İçi ile dışı farklı olan insanlar stres içindedir. İkiyüzlü olmak sağlıksız bir kişilik özelliğidir. İç huzuru olan bir insan kendisi ve çevresiyle barışık yaşar. Güvensiz toplumlarda stres daha çok görülür. Anne-baba çocuğuna¸ çocuk anne-babaya¸ öğretmen öğrencisine¸ öğrenci de öğretmenine güven duymaz. Sadi Şirazî: "İnsanlarla ilişkilerin ateşle ilişkin gibi olsun¸ çok uzaklaşırsan donar¸ çok yaklaşırsan yanarsın." diyor. Öyleyse insanlarla ilişkilerimizin düzeyli ve dengeli olması gerekir.
--------------------------------------------------------------------------------
İçi ile dışı farklı olan insanlar stres içindedir. İkiyüzlü olmak sağlıksız bir kişilik özelliğidir. İç huzuru olan bir insan kendisi ve çevresiyle barışık yaşar. Güvensiz toplumlarda stres daha çok görülür. Anne-baba çocuğuna¸ çocuk anne-babaya¸ öğretmen öğrencisine¸ öğrenci de öğretmenine güven duymaz. Sadi Şirazî: "İnsanlarla ilişkilerin ateşle ilişkin gibi olsun¸ çok uzaklaşırsan donar¸ çok yaklaşırsan yanarsın." diyor. Öyleyse insanlarla ilişkilerimizin düzeyli ve dengeli olması gerekir.
İnsanoğlu hem ait olmak¸ hem de bağımsız olmak ister. Birey olmak ve ait olmak ihtiyacı ne kadar dengeli ise¸ kişiler de o derece enerjik ve mutludur. Bağımsız hareket edemeyen insan mutsuzdur. Toplumlardan ayrı kalmış insanlarında mutlu olamadıklarını biliyoruz.
İnsanoğlu çevresinden hem saygı görmek hem de kendisine değer verilmesini ister. Çocuğun gelişmesinde ona verilen değer çok önemlidir. Çocukla göz göze gelmek için aynı hizaya inerek konuşmak¸ yürürken onun yürüyüşüne göre yürümek ona değer verdiğimizi gösterir. Bunu gören çocuk da mutlu olur. Çocuklara sen varsın ve bizim için çok değerlisin mesajı verilirse çocukların kendine güveni artar. İnsanlar birbirine değer verdikleri zaman iletişim başlamış olur.
Sorumluluk nedir¸ sorusuna¸ kişinin kendisini hesap vermeye hazır hissetmesi halidir diyebiliriz. Bir anne-baba çocuğunun yetişmesinden tutunda kişiliği¸ yaptıkları ve yapamadıkları hakkında hesap verebiliyorsa bu anne-babaya sorululuğunu anlamış ve kavramış diyebiliriz. İnsanın kendi kendine hesap verebilmesi hem kendisi¸ hem ailesi¸ hem de toplum için yararlıdır.
Sorumluluk¸ öğrenme ile oluşur. Çocuk olduğu gibi kabul edilerek¸ yargılanmadan büyütülürse kendini kabul eder. Çocuğun hoşuna gidecek örneğin; "Yanıma gel canım¸ bu gün seni çok daha güzel gördüm¸ gel seni bir öpeyim" denmesi onu mutlu eder. Çocuk evde kendisine değer verildiğini hisseder. Böyle çocuklar atak ve girişken olur. Eleştirilen¸ azarlanan çocuk ise güvensiz ve mutsuz olur.
Değerliyim duygusuyla yetiştirilen çocuklarda aşağılık duygusu oluşmaz. Öğretmen bütün öğrencilerin öğretmenidir. Birine karşı gösterdiği davranışı diğer öğrencilerine de göstermesi gerekir. Sadece bir öğrencisiyle yakından ilgilenip hal hatır sorması diğer öğrencileri üzer¸ onlarda aynı davranışın kendilerine yapılmasını ister. Velilerin de öğretmenin kendisini değerli görmesi için¸ öğretmenle iyi ilişkiler içerisinde olup¸ çalışmalarını takdir edip desteklemesi gerekir. İnsanın kendine duyduğu öz güven başarısını artırır. Akıllı insan kendini hesaba çeker¸ yaptığı yanlışlardan dersler çıkarır.
Sevilmek¸ çocuğun gelişimi için en temel bir gıdadır. Sevilen bir çocuk iyi yetiştirilen bir çiçek gibi gelişir. Sevilmeyen çocuk¸ bakımsız çiçek gibi solar kurur. Çocuk sevildiğini iki şeyde arar. Birinci olarak "Annem-babam beni özlüyor mu?" İkinci olarak da "Annem babam benimle zamanını paylaşır mı?" Çocuklar oynamak konuşmak ve ilgi görmek ister. Baba eve yorgun da gelse annenin işi de olsa çocuğunu dinlemeli ona zaman ayırıp konuşmalıdır.
Okuldan gelen çocuğunuza; "Dersine çalıştın mı?¸ Ödevlerini yaptın mı?" yerine¸ "Bu gün okulda neler yaptın? Anlat bakalım." demeliyiz. Çocuğumuzla günde en az on beş dakikamızı¸ hafta sonunda da birkaç saati birlikte geçirmeliyiz. Sevgi tüm kapıları açar.
Öğretmenin sınıfa güler yüzle girerek¸ "Günaydın çocuklar! Nasılsınız¸ iyi misiniz?" diye sorması¸ derse başlamadan güncel olayları değerlendirmesi önemlidir. Öğretmenin bilgi vermekten daha çok öğrencilerini tanıyarak¸ onların iç dünyalarına hitap etmesi gerekir. Eğitimin gerçek amacı da budur.
Dinleme en önemli iletişim aracıdır. İnsanlar birbirini dinlerken kendilerini bulur¸ kim olduklarını anlarlar. Onun için gerek ailede¸ gerekse okulda çocuğun dinlenmesi gerekir. Bu sayede de çocuk gelişmiş olur. Dinlenilmeyen çocuk aileden kopar¸ kötü arkadaş edinerek yanlış ve pis işler sonucu suç işler. Gençlerini dinlemeyen toplum ancak suç işledikleri zaman onları görür. Bu yüzden de hapishaneler¸ sokaklar¸ köprü altları tinerci¸ balici ve kapkaççılarla doludur.
Kötüye gitmek kolaydır. İyiye gitmek¸ iyi insan olmak¸ hayırlı işler yapmak¸ çalışmak ve azim ister. Sevgi bir yaşamdır¸ sevgi bir insanın olabileceğinin en iyisi olması¸ gelişmeye¸ mutluluğa kendisini adamasıdır. İnsan özünün onurlandırılmadığı yerde sevgi yoktur¸ insanı insan yapan kalbindeki sevgidir. Sevgi insan onurunu yüceltir¸ geliştirir.
Yaptığımız işi önemsemeli¸ severek yapmalıyız ki¸ başarılı olalım. Öğretmen olmaya karar verecek kişi¸ niçin öğretmen olmak istediğini¸ nasıl öğretmenlik yapmak istediğini¸ öğretmenlikle neleri gerçekleştirmek istediğini düşünmeli¸ araştırıp karar vermeli¸ karar verdikten sonra da şikâyet etmeden kolları sıvayıp var gücüyle çalışmalıdır.
Öğretmenin öğrencisinin aklını doyurması yetmiyor¸ onun ruhunu da doyurması gerekiyor. Öğretmen affedici olmalı¸ bunu sadece dil ile değil¸ davranışlarıyla da göstermelidir. Gönülden affetmek gönül zenginliği ister¸ gönülden affedenler gönül yolcusu olup¸ gönlünün sesini dinleyenlerdir. Bunları yapabilen öğretmenler yıllar geçse de öğrencilerinin gönlünde çok güzel anılarla kalıyor ve hatırlanıyorlar.
| Ali ÖZKANLI SOMUNCU BABA Aylık kültür edebiyat dergisi
--------------------------------------------------------------------------------
İçi ile dışı farklı olan insanlar stres içindedir. İkiyüzlü olmak sağlıksız bir kişilik özelliğidir. İç huzuru olan bir insan kendisi ve çevresiyle barışık yaşar. Güvensiz toplumlarda stres daha çok görülür. Anne-baba çocuğuna¸ çocuk anne-babaya¸ öğretmen öğrencisine¸ öğrenci de öğretmenine güven duymaz. Sadi Şirazî: "İnsanlarla ilişkilerin ateşle ilişkin gibi olsun¸ çok uzaklaşırsan donar¸ çok yaklaşırsan yanarsın." diyor. Öyleyse insanlarla ilişkilerimizin düzeyli ve dengeli olması gerekir.
İnsanoğlu hem ait olmak¸ hem de bağımsız olmak ister. Birey olmak ve ait olmak ihtiyacı ne kadar dengeli ise¸ kişiler de o derece enerjik ve mutludur. Bağımsız hareket edemeyen insan mutsuzdur. Toplumlardan ayrı kalmış insanlarında mutlu olamadıklarını biliyoruz.
İnsanoğlu çevresinden hem saygı görmek hem de kendisine değer verilmesini ister. Çocuğun gelişmesinde ona verilen değer çok önemlidir. Çocukla göz göze gelmek için aynı hizaya inerek konuşmak¸ yürürken onun yürüyüşüne göre yürümek ona değer verdiğimizi gösterir. Bunu gören çocuk da mutlu olur. Çocuklara sen varsın ve bizim için çok değerlisin mesajı verilirse çocukların kendine güveni artar. İnsanlar birbirine değer verdikleri zaman iletişim başlamış olur.
Sorumluluk nedir¸ sorusuna¸ kişinin kendisini hesap vermeye hazır hissetmesi halidir diyebiliriz. Bir anne-baba çocuğunun yetişmesinden tutunda kişiliği¸ yaptıkları ve yapamadıkları hakkında hesap verebiliyorsa bu anne-babaya sorululuğunu anlamış ve kavramış diyebiliriz. İnsanın kendi kendine hesap verebilmesi hem kendisi¸ hem ailesi¸ hem de toplum için yararlıdır.
Sorumluluk¸ öğrenme ile oluşur. Çocuk olduğu gibi kabul edilerek¸ yargılanmadan büyütülürse kendini kabul eder. Çocuğun hoşuna gidecek örneğin; "Yanıma gel canım¸ bu gün seni çok daha güzel gördüm¸ gel seni bir öpeyim" denmesi onu mutlu eder. Çocuk evde kendisine değer verildiğini hisseder. Böyle çocuklar atak ve girişken olur. Eleştirilen¸ azarlanan çocuk ise güvensiz ve mutsuz olur.
Değerliyim duygusuyla yetiştirilen çocuklarda aşağılık duygusu oluşmaz. Öğretmen bütün öğrencilerin öğretmenidir. Birine karşı gösterdiği davranışı diğer öğrencilerine de göstermesi gerekir. Sadece bir öğrencisiyle yakından ilgilenip hal hatır sorması diğer öğrencileri üzer¸ onlarda aynı davranışın kendilerine yapılmasını ister. Velilerin de öğretmenin kendisini değerli görmesi için¸ öğretmenle iyi ilişkiler içerisinde olup¸ çalışmalarını takdir edip desteklemesi gerekir. İnsanın kendine duyduğu öz güven başarısını artırır. Akıllı insan kendini hesaba çeker¸ yaptığı yanlışlardan dersler çıkarır.
Sevilmek¸ çocuğun gelişimi için en temel bir gıdadır. Sevilen bir çocuk iyi yetiştirilen bir çiçek gibi gelişir. Sevilmeyen çocuk¸ bakımsız çiçek gibi solar kurur. Çocuk sevildiğini iki şeyde arar. Birinci olarak "Annem-babam beni özlüyor mu?" İkinci olarak da "Annem babam benimle zamanını paylaşır mı?" Çocuklar oynamak konuşmak ve ilgi görmek ister. Baba eve yorgun da gelse annenin işi de olsa çocuğunu dinlemeli ona zaman ayırıp konuşmalıdır.
Okuldan gelen çocuğunuza; "Dersine çalıştın mı?¸ Ödevlerini yaptın mı?" yerine¸ "Bu gün okulda neler yaptın? Anlat bakalım." demeliyiz. Çocuğumuzla günde en az on beş dakikamızı¸ hafta sonunda da birkaç saati birlikte geçirmeliyiz. Sevgi tüm kapıları açar.
Öğretmenin sınıfa güler yüzle girerek¸ "Günaydın çocuklar! Nasılsınız¸ iyi misiniz?" diye sorması¸ derse başlamadan güncel olayları değerlendirmesi önemlidir. Öğretmenin bilgi vermekten daha çok öğrencilerini tanıyarak¸ onların iç dünyalarına hitap etmesi gerekir. Eğitimin gerçek amacı da budur.
Dinleme en önemli iletişim aracıdır. İnsanlar birbirini dinlerken kendilerini bulur¸ kim olduklarını anlarlar. Onun için gerek ailede¸ gerekse okulda çocuğun dinlenmesi gerekir. Bu sayede de çocuk gelişmiş olur. Dinlenilmeyen çocuk aileden kopar¸ kötü arkadaş edinerek yanlış ve pis işler sonucu suç işler. Gençlerini dinlemeyen toplum ancak suç işledikleri zaman onları görür. Bu yüzden de hapishaneler¸ sokaklar¸ köprü altları tinerci¸ balici ve kapkaççılarla doludur.
Kötüye gitmek kolaydır. İyiye gitmek¸ iyi insan olmak¸ hayırlı işler yapmak¸ çalışmak ve azim ister. Sevgi bir yaşamdır¸ sevgi bir insanın olabileceğinin en iyisi olması¸ gelişmeye¸ mutluluğa kendisini adamasıdır. İnsan özünün onurlandırılmadığı yerde sevgi yoktur¸ insanı insan yapan kalbindeki sevgidir. Sevgi insan onurunu yüceltir¸ geliştirir.
Yaptığımız işi önemsemeli¸ severek yapmalıyız ki¸ başarılı olalım. Öğretmen olmaya karar verecek kişi¸ niçin öğretmen olmak istediğini¸ nasıl öğretmenlik yapmak istediğini¸ öğretmenlikle neleri gerçekleştirmek istediğini düşünmeli¸ araştırıp karar vermeli¸ karar verdikten sonra da şikâyet etmeden kolları sıvayıp var gücüyle çalışmalıdır.
Öğretmenin öğrencisinin aklını doyurması yetmiyor¸ onun ruhunu da doyurması gerekiyor. Öğretmen affedici olmalı¸ bunu sadece dil ile değil¸ davranışlarıyla da göstermelidir. Gönülden affetmek gönül zenginliği ister¸ gönülden affedenler gönül yolcusu olup¸ gönlünün sesini dinleyenlerdir. Bunları yapabilen öğretmenler yıllar geçse de öğrencilerinin gönlünde çok güzel anılarla kalıyor ve hatırlanıyorlar.
| Ali ÖZKANLI SOMUNCU BABA Aylık kültür edebiyat dergisi
29 Temmuz 2011 Cuma
Evlerimize Dönelim Artık
Mübarek Ramazan ayı, Receb ayından itibaren duâlar ile kavuşmayı beklediğimiz mukaddes bir ay... "Allâh'ım! Receb ve Şaban ayını bizim için mübârek, bereketli kıl; bizleri Ramazan ayına ulaştır." buyuran Peygamber Efendimiz'in duâsı ile dillerimiz, gönüllerimiz şenlenir. Mübârek iki ay boyunca, kim bilir kaç kez bu duâyı tekrarlar dururuz.
Allah nasip eder, mübarek Ramazan ayına kavuşuruz. Kavuşmak harika bir duygudur biliriz de, kavuşunca neler yaparız? Belli ki, Peygamber Efendimiz, bu duâda Ramazan ayına kavuşmayı, sanki bir sevgiliye duyulan iştiyâk ve aşk ile ister. Ve bekler Ramazan ayının gelmesini hasretle...
Kişi, sevgilisine kavuşunca ne yapar? Sevgili bu; herkes bütün hissiyâtını iç âleminde yaşamak ister. Sevgili, topluca paylaşılmaz. Baş başa hasret giderilir. Birebir her ânı onunla birlikte sindire sindire geçirmek ister sevenler, birbirine hasret çekenler... Biz Ramazan ayına hasret çekerken, o mübârek ay da bize hasret çeker. Çünkü hissedilen duygular, tek başına ve karşılıksız değildir. Ne kadar müslüman var ise yeryüzünde, o kadar çok sevdiği ile tek tek hasret giderir Ramazan ayı...
İlk Ramazan gecesinin terâvih namazı ile gerçekleşen buluşma, son iftar yemeğinde vedâlaşma ile sona erer. Herkes, aşkı büyüklüğünce hisse alır Ramazan ayının bereketinden... İç dünyamızda sadece bizim, genelde herkesin mübârek ayı olan Ramazan ayı, pek de nazlıdır. Sevdiği kişiden gördüğü ilgi, sevgi, muhabbet kadar, feyiz, bereket, mağfiret, merhamet kapılarını açar. Öyle ki, her Ramazan ayına kavuşan, onu hakkıyla idrâk etmiş olmaz. Nice şey vardır ki; kıymetini bilemeden, önemini fark edemeden, değerlendiremeden ellerimizin arasından akar gider. Hele de Ramazan, çok çabuk geçer, son gün gönlümüzde hissettiğimiz bir pişmanlık ve hasret içinde bizleri terk eder.
"Seven, sevdiğine ihtirâm eder." der dilimiz... Ramazan ayını bir sevgili bekler gibi bekleyen ve ona gerektiği gibi hürmet eden Allah Rasûlü'ne bakınca gözlerimiz; bizim şu modern zamanda, popüler kültürün şuursuz yönlendirme ve özentileriyle bu mübârek ayı nasıl da heder ederek tükettiğimizi görürüz.
Son on yıldır, iftar çadırları ile bir değişim baş gösterdi. İkindi namazı ile birlikte girilen iftar kuyrukları... Bir de iftar çadırları, şehrin merkezinde olduğu için kat edilen mesafelerle öldürülen zaman da işin içine girince, iki kat artan yorgunluklar, cadde ortalarında uzayıp giden kuyruklar, yatsı ezânının okunmasına dakikalar kala hâlâ çadıra girememiş oruçlular... Akşam namazını, terâvih namazı öncesi, hemen bir câmide kılıp "madem dışarıdayız, zamanımızı değerlendirelim; varsa bir Ramazan etkinliği ona da katılıp eve öyle gidelim" düşüncesi ve "geç kalırsak salonda yer bulamayız" endişesi ile bu gösteriler uğruna fedâ edilen cemaat namazları... Eğlendirici etkinlik (!) merkezleri; kadınlar, erkekler, çocuklar, kalabalıklar... Geç saatlerde eve dönüş ve:
"-Yorgunluğun adını «gezme» koymuşlar!.." diyen büyüklerimizi doğrulayan yorgunluk...
Belki başlangıç itibariyle iftar açmaya eve yetişemeyen kimselerin, sokak ortasında iftar edebilmeleri için başlatılmış bir faaliyet gibi görünse de iftar çadırları, sonraları sırf o çadırda iftar edebilmek için evinden erken saatlerde çıkıp gelen halk ile dolup taşmaya başladı. Çadır iftarcıları, hep aynı sözü söylerler:
"-Bir değişiklik olsun dedik ve bu gün iftarı bu çadırda açmaya karar verdik..."
Bir değişiklik olsun düşüncesi ile, ihtiyaç sahibi ya da ihtiyaç sahibi olmamak fark etmeden doldurulan iftar çadırları... Acaba "bedava yemek, baldan tatlıdır" inancı ya da "bir günlük yemek pişirmekten kurtulurum" rahatlığı mı?! Ya da sadece kuru bir merak mı? Meselâ "Bir de biz deneyelim dedik, acaba nasıl bir şeymiş, sokak ortasında iftar etmek!.." düşüncesi mi, buralara insanları çeken duygular?!
Gerçekten ihtiyaç sahibi değilsek şayet, hangi niyet ile gidersek gidelim, her biri zaman kaybı, yorgunluk, mâneviyât bölünmesinden başka bir şey kazandırmayan üstelik nice fukarânın hakkını yemenin vebâliyle neticelenen gayretler...
Ramazan ayını sokaklarda geçirmeyi sevdik bizler... Sevgilimizle sokaklarda zaman geçiriyoruz. Sokaklar, bütün dikkat ve ilgimizi dağıtıp bölünmüş ilgilerle, darmaduman hissiyatlarla ömrümüzü törpüleyip bitiriyor.
Ramazan ayında illâ bir eğlence tertip edilmeliymiş gibi yarış içinde yerel yöneticiler... Eskinin direkler arasını mı canlandırmak isterler bilinmez de, kültürümüzün hatırlatılması, çocuklarımıza eski Ramazanlar nasıl olurmuş diye göstermek için yapılmış gibi görünse de Ramazan ayının rûhundan çok uzak faaliyetler maalesef bunlar...
Asıl olan, İslâmî kültür adı altında eğlenmek değil, cehennemden kurtuluşa vesile olan Ramazan ayını ibadetlerle değerlendirmek ve Allah Rasûlü'nün bu bereketli günleri nasıl değerlendirdiğine bakarak öğrenmek lâzım... Asr-ı saâdete bakınca hânelerde ve mescidlerde değerlendirilen ve sokaklardan, eğlencelerden alışveriş merkezlerinden çok uzakta geçirilen Ramazan günlerini müşâhede ediyoruz.
Kölelerin dahî işlerinin mümkün mertebe hafifletildiği, herkesin Ramazan ayından azamî istifade ile zamanlarını Allah ile baş başa geçirmelerini sağlama esasının gözetilmesi... Bir sabah, bir de ikindiyi müteâkip Kur'ân tilâvetleri... Yapılan özel duâlar, verilen sadakalar... Sadece insanlara hizmet etmek için, onların ihtiyaçlarını karşılamak için evlerden ayrılışlar... Gündüz bedeni de, rûhu da yormadan, evde ne varsa, abartıya kaçmadan hazırlanan iftar yemekleri... İftara dâvet edilen garipleri de, eş-dostları da aynı ilgi, sevgi ve heyecanla karşılayıp, onlara hizmet etmenin ibâdet sevabı olacağı düşüncesiyle hazırlanan ifrat ve tefritten uzak yemekler...
Câmide ya da evde kılınan teravih namazlarından sonra, istirahate çekilip seher ve sahur için beden ve rûhu hazırlama gayretleri... Çünkü sahur ile yeni bir Ramazan günü başlayacak ve bu mübârek gün namazlar, zikirler, duâlar ve tesbihler ile taçlanacak.
Büyükşehirler... Panayır yerine çevrilen o güzelim tarihî selâtin câmiler... Ayakta tüketilen her türlü yiyeceklerin satanların, çeşit çeşit yemek kokularının her tarafı kapladığı mukaddes mekânlar... Tülbentten tutun da hediyelik eşyaya kadar bilumum işportacıların arasına sıkışmış "Güllü Yâsîn" denilen kısa sûre ve duâların bulunduğu kitap satıcıları da var tabiî ki... Bir de bunların teşhir edildiği en kabasından tasarlanmış gecekondu misali zarâfetten uzak dükkânlar... Kalabalık, karmakarışıklık ile ne rûhumuzun, ne de gönlümüzün kaldıramayacağı sahneler, bütün Ramazan boyunca devam eder oldu.
Ya da bakıyoruz çadır misâli kurulu bir yerde senit, oklava, saç börekleri arasında bir iftar açımı, arkasından pek de bir revaçta olan kıl çadırlarda mûsiki dinletileri, nargile fokurtuları arasında devam eden sözde entelektüel sohbetler, dünyayı kurtaracak muhabbetler... Konuşma sırası bana gelse de bütün bilgilerimi döküversem, böylece meydan entel görse edâsında kadın-erkek dindar arkadaş toplulukları harmanlanır oldu Ramazan gecelerinde... Anne ve babaları, tek başlarına evlâtlarını beklese de, şimdi zaman böyle... Sonra dindar (!) arkadaşlar, birbirlerini bırakırlar evlerine...
Bir de evde ne pişirdiyse, piknik sepetine doldurup sanki pikniğe gidiliyormuş gibi konu komşu toplanıp câmi avlusuna koşup, serilen örtülerin üstünde sokak aralarına kadar taşan farklı bir iftar yapma türü çıktı ki, bunun neresi, nasıl anlatılır bilemedim? Herkes birbirinin yemeğini görür, sokaktan geçen hepsini görür... Amaç büyük bir câmi avlusunda bir araya gelip o câmide namaz kılmak deseler de; nerede görülmüş üç büyük mescidin hâricinde mescidler için böylesi konu komşu toplanıp bir araya gelmeler? Ramazan'ın sadece bir günü değil, her Allâh'ın günü iftarını aynı şekilde açan insanlar hiç de az değil... Gül, eğlen, oyna, çocuklar koşsun, koşuştursun piknik alanı mübârek... Beslenme çantaları ellerde, sokaklarda geçen iftarlar... İftar mı ediyoruz, gönül mü eğlendiriyoruz, bu konu ayrıca değerlendirilmeli...
Çok içi sıkılan bir toplum olduk. Evlerimiz bizlere dar gelir oldu, misafirlerimizi evlerimizde değil de Paşa konaklarında, dâvet verenlere hizmet etmek için ayarlanmış özel ve tarihî yerlerde ağırlar olduk. Artık yemekleri biz pişirmiyoruz; konaklar, köşkler, sosyal tesislerdeki görevliler pişiriyor, misafirlerimizi onlar ağırlıyor, biz sadece paralarını veriyoruz.
Paşa konağında bir iftar dâveti; adı bile büyük...
Pek de yayıldı bu anlayış... Duyuyoruz ki birisi iftar yemeği veriyormuş; hemen soruyoruz:
"-Nerede veriyor iftar yemeğini?"
"-Soru mu bu? Evinde veriyordur tabiî ki..."
Hayır efendim! Ne evi; biz çalışan insanlarız, hem insanlara iftar ettirme ibâdetinden mahrum olmayız, hem de popüler kültürün gittiği yerlerde iftar ederiz. Kadınlar ve erkekler süslenerek gelirler. Düğün havasında dâvetler... Bir kahve içiminden, derin sohbetlerden sonra çıkar terâvihimizi de kılarız, gece yarılarından sonra ver elini evimiz... Zamansızlıktan yakınırken zamanı nasıl da tüketiveririz. İşin güzel tarafı da var tabiî ki; evimiz kirlenmedi, evin hanımı yorulmadı, eş dost da Paşa konağında iftar açma şansını yakaladı. Bir taşla onlarca kuş vurduk.
Eski zamanlarda kalmış evlerde iftar dâvetleri vermek... Büyük şehirlerde hayat, artık böyle...
Kimi ana-babalar on bir ay durur durur çocuklarını hiçbir sosyal faaliyete götürmez, geçmişin "direkler arası" etkinliklerini göstermek için gölge oyunu ve benzeri eğlencelere, konserlere götürmek geliverir akıllarına, Ramazan ayının en güzîde, en kıymetdâr saatlerinde...
Gece yarılarına kadar açık dükkânları gezer kadınlar, kocaları ile birlikte... Ramazan ne güzel geçiriliyor öyle sokaklarda, çarşılarda, sözüm ona dolan taşan, bir izdiham içinde câmi avlularında...
Mâneviyât, huzur; kişilerin hânesinde olmalı iken, mâneviyât ve sokak birlikteliği pek bir tutuldu memleketimizde...
Geleneksel âile yapısını hâlâ devam ettiren, şehrin eşrâfından olanların iftar dâvetleri ise, tribleks ya da dubleks evlerinde büyük bir ihtişam içinde, dünya kadar paraya satın alınmış yemek takımları, örtüler arasında, bir değil, en az on çeşitten müteşekkil sofralarda, tam da:
"-Şânımıza yakışan dâvet, ancak böyle olur, dostlar bir iftar görsün!.." havası ve gösterişi içinde...
Tabiî imkânı geniş olduğu kadar, sofrası da, gönlü de geniş, sofrasında zengin-fakir herkesin yer bulabildiği zenginlerimizi tenzih ediyoruz. Onlar, birilerine bir şeyler göstermenin derdinde değiller... Onlar, Rablerinin kendilerine sunduklarını, onun kulları ile paylaşmanın sevincini yaşıyorlar. Ama bu sofralarda bile riyâ ve israf sınırlarına azami dikkat göstermek gerekiyor. Sofraları, iğne atsan düşmeyecek şekilde doldurup da sonra yenilmeyen her şeyi çöpe atmak, az bir vebal mi? Hele bir gün boyunca ağzına tek lokma bulamayacak kadar açların bulunduğu bu dünyada...
İllâ bir gösteriş derdinde olmak ile tamamen huşûlu, mütevâzi ibâdetler isteyen mübârek Ramazan ayı, ne büyük tezatlar içinde... Namaz kılmak için bir gıdım nefese muhtaç midelerle ne de güzel ibâdet edilir, ama tıka basa dolu midelerin ağırlığı ve ter içinde...
Kadınlar farklı faaliyetlere katılır oldular Ramazan gecelerinde, erkekler ayrı faaliyetlere... Çocuklar ise, devamlı anneleri ile birlikte... Arabalarına kurulan beyler ve hanımlar, akşam üzeri arabaları ile trafikte... Kim sorarsa, Ramazan'ı değerlendiriyoruz!..
Hani biz, on bir aylık bir hasret ile beklediğimiz, sevgilimiz ile bir arada, baş başa ve huşû içinde geçirecektik vakitlerimizi?!. Yine birbirimizle, eğlenceler, panayır, fuar gezileri ile sevgiliyi bekleterek, başka şeyler ile gönül eğlendirilerek geçiriliyor mübârek saatler...
İnsanlar, Ramazan ayını uğurlarken neler hissediyorlardır pek merak ederim:
"-Dolu dolu harika günler geçirdim sokaklarda!.." mı diyorlardır, yoksa rûhlarında kalplerinde bir boşluk, bir acı, sıkıntı, hüzün mü vardır?
Evlerimize dönmemiz lâzım. Gösteriş ve şatafattan uzak, mütevâzî, ihlâslı iftar dâvetlerimize dönmemiz lâzım!.. Eğlenceyi bir tarafa bırakıp, kul olmak için gayret etmemiz lâzım. Çünkü sevgili ile geçirilmesi gerekli mübârek saatler, nefsimiz ile geçirilmekte... Nefsimizi memnun edip, onu ne çok sevdiğimizi tekrar tekrar îlân etmelerdeyiz... Nefsî davranışların buram buram tüttüğü yerlerde Ramazan ayı, bereketi ile, ihlâsı, feyzi, nûru, mağfireti ile, bütün bu Rahmânî hediyeler ile kendisini sergileyebilir mi? Gördüğü ilgi kadar kendisini âşikâr eder; değer verene değer verip, huzur içinde ayrılır gider...
Evlerimize dönmemiz lâzım!.. Evlerimiz, ibâdetlerle, iftara dâvet ettiğimiz kişilerin duâları ile bereketlenir, cennet bahçelerine döner ancak... Eşlerin birbirine muhabbeti, sokaklardan uzakta, sadece eşe saklanan güzel kıyafetler, hoş edâlar içinde, mânevî iklimlerin mağfiret yağmurları içinde akmalı ki, perçinleşsin...
Cemaatle kılınan namazların dışında, evlerimizde geçireceğimiz, asr-ı saâdet Ramazanlarına son derece muhtacız... Bizler de, çoluk çocuğumuz da, eşimiz dostumuz da... Rabbim, mahrum etmesin.
Şebnem Dergisi
Fatma Hale Liman
Allah nasip eder, mübarek Ramazan ayına kavuşuruz. Kavuşmak harika bir duygudur biliriz de, kavuşunca neler yaparız? Belli ki, Peygamber Efendimiz, bu duâda Ramazan ayına kavuşmayı, sanki bir sevgiliye duyulan iştiyâk ve aşk ile ister. Ve bekler Ramazan ayının gelmesini hasretle...
Kişi, sevgilisine kavuşunca ne yapar? Sevgili bu; herkes bütün hissiyâtını iç âleminde yaşamak ister. Sevgili, topluca paylaşılmaz. Baş başa hasret giderilir. Birebir her ânı onunla birlikte sindire sindire geçirmek ister sevenler, birbirine hasret çekenler... Biz Ramazan ayına hasret çekerken, o mübârek ay da bize hasret çeker. Çünkü hissedilen duygular, tek başına ve karşılıksız değildir. Ne kadar müslüman var ise yeryüzünde, o kadar çok sevdiği ile tek tek hasret giderir Ramazan ayı...
İlk Ramazan gecesinin terâvih namazı ile gerçekleşen buluşma, son iftar yemeğinde vedâlaşma ile sona erer. Herkes, aşkı büyüklüğünce hisse alır Ramazan ayının bereketinden... İç dünyamızda sadece bizim, genelde herkesin mübârek ayı olan Ramazan ayı, pek de nazlıdır. Sevdiği kişiden gördüğü ilgi, sevgi, muhabbet kadar, feyiz, bereket, mağfiret, merhamet kapılarını açar. Öyle ki, her Ramazan ayına kavuşan, onu hakkıyla idrâk etmiş olmaz. Nice şey vardır ki; kıymetini bilemeden, önemini fark edemeden, değerlendiremeden ellerimizin arasından akar gider. Hele de Ramazan, çok çabuk geçer, son gün gönlümüzde hissettiğimiz bir pişmanlık ve hasret içinde bizleri terk eder.
"Seven, sevdiğine ihtirâm eder." der dilimiz... Ramazan ayını bir sevgili bekler gibi bekleyen ve ona gerektiği gibi hürmet eden Allah Rasûlü'ne bakınca gözlerimiz; bizim şu modern zamanda, popüler kültürün şuursuz yönlendirme ve özentileriyle bu mübârek ayı nasıl da heder ederek tükettiğimizi görürüz.
Son on yıldır, iftar çadırları ile bir değişim baş gösterdi. İkindi namazı ile birlikte girilen iftar kuyrukları... Bir de iftar çadırları, şehrin merkezinde olduğu için kat edilen mesafelerle öldürülen zaman da işin içine girince, iki kat artan yorgunluklar, cadde ortalarında uzayıp giden kuyruklar, yatsı ezânının okunmasına dakikalar kala hâlâ çadıra girememiş oruçlular... Akşam namazını, terâvih namazı öncesi, hemen bir câmide kılıp "madem dışarıdayız, zamanımızı değerlendirelim; varsa bir Ramazan etkinliği ona da katılıp eve öyle gidelim" düşüncesi ve "geç kalırsak salonda yer bulamayız" endişesi ile bu gösteriler uğruna fedâ edilen cemaat namazları... Eğlendirici etkinlik (!) merkezleri; kadınlar, erkekler, çocuklar, kalabalıklar... Geç saatlerde eve dönüş ve:
"-Yorgunluğun adını «gezme» koymuşlar!.." diyen büyüklerimizi doğrulayan yorgunluk...
Belki başlangıç itibariyle iftar açmaya eve yetişemeyen kimselerin, sokak ortasında iftar edebilmeleri için başlatılmış bir faaliyet gibi görünse de iftar çadırları, sonraları sırf o çadırda iftar edebilmek için evinden erken saatlerde çıkıp gelen halk ile dolup taşmaya başladı. Çadır iftarcıları, hep aynı sözü söylerler:
"-Bir değişiklik olsun dedik ve bu gün iftarı bu çadırda açmaya karar verdik..."
Bir değişiklik olsun düşüncesi ile, ihtiyaç sahibi ya da ihtiyaç sahibi olmamak fark etmeden doldurulan iftar çadırları... Acaba "bedava yemek, baldan tatlıdır" inancı ya da "bir günlük yemek pişirmekten kurtulurum" rahatlığı mı?! Ya da sadece kuru bir merak mı? Meselâ "Bir de biz deneyelim dedik, acaba nasıl bir şeymiş, sokak ortasında iftar etmek!.." düşüncesi mi, buralara insanları çeken duygular?!
Gerçekten ihtiyaç sahibi değilsek şayet, hangi niyet ile gidersek gidelim, her biri zaman kaybı, yorgunluk, mâneviyât bölünmesinden başka bir şey kazandırmayan üstelik nice fukarânın hakkını yemenin vebâliyle neticelenen gayretler...
Ramazan ayını sokaklarda geçirmeyi sevdik bizler... Sevgilimizle sokaklarda zaman geçiriyoruz. Sokaklar, bütün dikkat ve ilgimizi dağıtıp bölünmüş ilgilerle, darmaduman hissiyatlarla ömrümüzü törpüleyip bitiriyor.
Ramazan ayında illâ bir eğlence tertip edilmeliymiş gibi yarış içinde yerel yöneticiler... Eskinin direkler arasını mı canlandırmak isterler bilinmez de, kültürümüzün hatırlatılması, çocuklarımıza eski Ramazanlar nasıl olurmuş diye göstermek için yapılmış gibi görünse de Ramazan ayının rûhundan çok uzak faaliyetler maalesef bunlar...
Asıl olan, İslâmî kültür adı altında eğlenmek değil, cehennemden kurtuluşa vesile olan Ramazan ayını ibadetlerle değerlendirmek ve Allah Rasûlü'nün bu bereketli günleri nasıl değerlendirdiğine bakarak öğrenmek lâzım... Asr-ı saâdete bakınca hânelerde ve mescidlerde değerlendirilen ve sokaklardan, eğlencelerden alışveriş merkezlerinden çok uzakta geçirilen Ramazan günlerini müşâhede ediyoruz.
Kölelerin dahî işlerinin mümkün mertebe hafifletildiği, herkesin Ramazan ayından azamî istifade ile zamanlarını Allah ile baş başa geçirmelerini sağlama esasının gözetilmesi... Bir sabah, bir de ikindiyi müteâkip Kur'ân tilâvetleri... Yapılan özel duâlar, verilen sadakalar... Sadece insanlara hizmet etmek için, onların ihtiyaçlarını karşılamak için evlerden ayrılışlar... Gündüz bedeni de, rûhu da yormadan, evde ne varsa, abartıya kaçmadan hazırlanan iftar yemekleri... İftara dâvet edilen garipleri de, eş-dostları da aynı ilgi, sevgi ve heyecanla karşılayıp, onlara hizmet etmenin ibâdet sevabı olacağı düşüncesiyle hazırlanan ifrat ve tefritten uzak yemekler...
Câmide ya da evde kılınan teravih namazlarından sonra, istirahate çekilip seher ve sahur için beden ve rûhu hazırlama gayretleri... Çünkü sahur ile yeni bir Ramazan günü başlayacak ve bu mübârek gün namazlar, zikirler, duâlar ve tesbihler ile taçlanacak.
Büyükşehirler... Panayır yerine çevrilen o güzelim tarihî selâtin câmiler... Ayakta tüketilen her türlü yiyeceklerin satanların, çeşit çeşit yemek kokularının her tarafı kapladığı mukaddes mekânlar... Tülbentten tutun da hediyelik eşyaya kadar bilumum işportacıların arasına sıkışmış "Güllü Yâsîn" denilen kısa sûre ve duâların bulunduğu kitap satıcıları da var tabiî ki... Bir de bunların teşhir edildiği en kabasından tasarlanmış gecekondu misali zarâfetten uzak dükkânlar... Kalabalık, karmakarışıklık ile ne rûhumuzun, ne de gönlümüzün kaldıramayacağı sahneler, bütün Ramazan boyunca devam eder oldu.
Ya da bakıyoruz çadır misâli kurulu bir yerde senit, oklava, saç börekleri arasında bir iftar açımı, arkasından pek de bir revaçta olan kıl çadırlarda mûsiki dinletileri, nargile fokurtuları arasında devam eden sözde entelektüel sohbetler, dünyayı kurtaracak muhabbetler... Konuşma sırası bana gelse de bütün bilgilerimi döküversem, böylece meydan entel görse edâsında kadın-erkek dindar arkadaş toplulukları harmanlanır oldu Ramazan gecelerinde... Anne ve babaları, tek başlarına evlâtlarını beklese de, şimdi zaman böyle... Sonra dindar (!) arkadaşlar, birbirlerini bırakırlar evlerine...
Bir de evde ne pişirdiyse, piknik sepetine doldurup sanki pikniğe gidiliyormuş gibi konu komşu toplanıp câmi avlusuna koşup, serilen örtülerin üstünde sokak aralarına kadar taşan farklı bir iftar yapma türü çıktı ki, bunun neresi, nasıl anlatılır bilemedim? Herkes birbirinin yemeğini görür, sokaktan geçen hepsini görür... Amaç büyük bir câmi avlusunda bir araya gelip o câmide namaz kılmak deseler de; nerede görülmüş üç büyük mescidin hâricinde mescidler için böylesi konu komşu toplanıp bir araya gelmeler? Ramazan'ın sadece bir günü değil, her Allâh'ın günü iftarını aynı şekilde açan insanlar hiç de az değil... Gül, eğlen, oyna, çocuklar koşsun, koşuştursun piknik alanı mübârek... Beslenme çantaları ellerde, sokaklarda geçen iftarlar... İftar mı ediyoruz, gönül mü eğlendiriyoruz, bu konu ayrıca değerlendirilmeli...
Çok içi sıkılan bir toplum olduk. Evlerimiz bizlere dar gelir oldu, misafirlerimizi evlerimizde değil de Paşa konaklarında, dâvet verenlere hizmet etmek için ayarlanmış özel ve tarihî yerlerde ağırlar olduk. Artık yemekleri biz pişirmiyoruz; konaklar, köşkler, sosyal tesislerdeki görevliler pişiriyor, misafirlerimizi onlar ağırlıyor, biz sadece paralarını veriyoruz.
Paşa konağında bir iftar dâveti; adı bile büyük...
Pek de yayıldı bu anlayış... Duyuyoruz ki birisi iftar yemeği veriyormuş; hemen soruyoruz:
"-Nerede veriyor iftar yemeğini?"
"-Soru mu bu? Evinde veriyordur tabiî ki..."
Hayır efendim! Ne evi; biz çalışan insanlarız, hem insanlara iftar ettirme ibâdetinden mahrum olmayız, hem de popüler kültürün gittiği yerlerde iftar ederiz. Kadınlar ve erkekler süslenerek gelirler. Düğün havasında dâvetler... Bir kahve içiminden, derin sohbetlerden sonra çıkar terâvihimizi de kılarız, gece yarılarından sonra ver elini evimiz... Zamansızlıktan yakınırken zamanı nasıl da tüketiveririz. İşin güzel tarafı da var tabiî ki; evimiz kirlenmedi, evin hanımı yorulmadı, eş dost da Paşa konağında iftar açma şansını yakaladı. Bir taşla onlarca kuş vurduk.
Eski zamanlarda kalmış evlerde iftar dâvetleri vermek... Büyük şehirlerde hayat, artık böyle...
Kimi ana-babalar on bir ay durur durur çocuklarını hiçbir sosyal faaliyete götürmez, geçmişin "direkler arası" etkinliklerini göstermek için gölge oyunu ve benzeri eğlencelere, konserlere götürmek geliverir akıllarına, Ramazan ayının en güzîde, en kıymetdâr saatlerinde...
Gece yarılarına kadar açık dükkânları gezer kadınlar, kocaları ile birlikte... Ramazan ne güzel geçiriliyor öyle sokaklarda, çarşılarda, sözüm ona dolan taşan, bir izdiham içinde câmi avlularında...
Mâneviyât, huzur; kişilerin hânesinde olmalı iken, mâneviyât ve sokak birlikteliği pek bir tutuldu memleketimizde...
Geleneksel âile yapısını hâlâ devam ettiren, şehrin eşrâfından olanların iftar dâvetleri ise, tribleks ya da dubleks evlerinde büyük bir ihtişam içinde, dünya kadar paraya satın alınmış yemek takımları, örtüler arasında, bir değil, en az on çeşitten müteşekkil sofralarda, tam da:
"-Şânımıza yakışan dâvet, ancak böyle olur, dostlar bir iftar görsün!.." havası ve gösterişi içinde...
Tabiî imkânı geniş olduğu kadar, sofrası da, gönlü de geniş, sofrasında zengin-fakir herkesin yer bulabildiği zenginlerimizi tenzih ediyoruz. Onlar, birilerine bir şeyler göstermenin derdinde değiller... Onlar, Rablerinin kendilerine sunduklarını, onun kulları ile paylaşmanın sevincini yaşıyorlar. Ama bu sofralarda bile riyâ ve israf sınırlarına azami dikkat göstermek gerekiyor. Sofraları, iğne atsan düşmeyecek şekilde doldurup da sonra yenilmeyen her şeyi çöpe atmak, az bir vebal mi? Hele bir gün boyunca ağzına tek lokma bulamayacak kadar açların bulunduğu bu dünyada...
İllâ bir gösteriş derdinde olmak ile tamamen huşûlu, mütevâzi ibâdetler isteyen mübârek Ramazan ayı, ne büyük tezatlar içinde... Namaz kılmak için bir gıdım nefese muhtaç midelerle ne de güzel ibâdet edilir, ama tıka basa dolu midelerin ağırlığı ve ter içinde...
Kadınlar farklı faaliyetlere katılır oldular Ramazan gecelerinde, erkekler ayrı faaliyetlere... Çocuklar ise, devamlı anneleri ile birlikte... Arabalarına kurulan beyler ve hanımlar, akşam üzeri arabaları ile trafikte... Kim sorarsa, Ramazan'ı değerlendiriyoruz!..
Hani biz, on bir aylık bir hasret ile beklediğimiz, sevgilimiz ile bir arada, baş başa ve huşû içinde geçirecektik vakitlerimizi?!. Yine birbirimizle, eğlenceler, panayır, fuar gezileri ile sevgiliyi bekleterek, başka şeyler ile gönül eğlendirilerek geçiriliyor mübârek saatler...
İnsanlar, Ramazan ayını uğurlarken neler hissediyorlardır pek merak ederim:
"-Dolu dolu harika günler geçirdim sokaklarda!.." mı diyorlardır, yoksa rûhlarında kalplerinde bir boşluk, bir acı, sıkıntı, hüzün mü vardır?
Evlerimize dönmemiz lâzım. Gösteriş ve şatafattan uzak, mütevâzî, ihlâslı iftar dâvetlerimize dönmemiz lâzım!.. Eğlenceyi bir tarafa bırakıp, kul olmak için gayret etmemiz lâzım. Çünkü sevgili ile geçirilmesi gerekli mübârek saatler, nefsimiz ile geçirilmekte... Nefsimizi memnun edip, onu ne çok sevdiğimizi tekrar tekrar îlân etmelerdeyiz... Nefsî davranışların buram buram tüttüğü yerlerde Ramazan ayı, bereketi ile, ihlâsı, feyzi, nûru, mağfireti ile, bütün bu Rahmânî hediyeler ile kendisini sergileyebilir mi? Gördüğü ilgi kadar kendisini âşikâr eder; değer verene değer verip, huzur içinde ayrılır gider...
Evlerimize dönmemiz lâzım!.. Evlerimiz, ibâdetlerle, iftara dâvet ettiğimiz kişilerin duâları ile bereketlenir, cennet bahçelerine döner ancak... Eşlerin birbirine muhabbeti, sokaklardan uzakta, sadece eşe saklanan güzel kıyafetler, hoş edâlar içinde, mânevî iklimlerin mağfiret yağmurları içinde akmalı ki, perçinleşsin...
Cemaatle kılınan namazların dışında, evlerimizde geçireceğimiz, asr-ı saâdet Ramazanlarına son derece muhtacız... Bizler de, çoluk çocuğumuz da, eşimiz dostumuz da... Rabbim, mahrum etmesin.
Şebnem Dergisi
Fatma Hale Liman
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)